Zorla kaybetmeler ne geçmişte kalmış ne de sadece doğu ve güney diktatörlüklerinde kullanılmış bir uygulamadır. Daha ziyade, küresel bağlamda modern devletler tarafından gerekli görüldüğü takdirde, çeşitli ‘olağanüstü durumlarda’ egemenliğin oldukça spesifik ve somut bir kullanımı olarak tezahür eder.
Dünyada değişik şekillerde tekrar tekrar karşımıza çıkıyor olsa da zorla kaybetmelerden son yıllarda gittikçe daha az söz ediliyor. Zorla kaybetmeler, geçmişe dair bir olgu olarak, daha çok 1970’lerde Güney Amerika diktatörlüklerinde siyasi muhaliflere karşı yapılan uygulamalar bağlamında tartışılıyor. Ne yazık ki bu algı yanıltıcı. Zorla kaybetme pratikleri, farklı yerlerde ve zamanlarda, birçok farklı biçimde ve değişik fail profilleriyle tezahür etmesinin yanı sıra farklı siyasi ve hukuki mücadelelerin doğmasına da neden olmuştur. Üstelik, bu pratiğin maalesef 20. ve 21. yüzyılları boyunca küresel düzeyde uygulanmış olduğunu görüyoruz. Zorla kaybetme pratiğine, hem Fransız kontrgerilla örgütü Organisation de l’Armée Secrète (Gizli Ordu Örgütü) tarafından Cezayir Bağımsızlık Savaşı sırasında sömürgecilik karşıtı hareketlere karşı olarak, hem de Cezayir hükümeti tarafından Cezayir’deki iç savaş sırasında farklı Müslüman grupların militanlarına yönelik olarak yaygın biçimde başvurulmuştur.
Cezayir, FEMED
Eski-Yugoslavya’dan koparak kurulmuş devletlerde hem devlet hem paramiliter örgütler tarafından etnik temizlik, soykırım ve insanlığa karşı suçların işlendiği 1991 ve 2001 yılları arasındaki savaşta kullanılmıştır. Türkiye’de 1915 Ermeni Soykırımı’yla birlikte düşünmeye başlamak gereken bu uygulama, 1980 askeri darbesi sonrasında sol örgüt militanlarına ve 1990’larda esasen Kürt hareketi etrafında mobilize olmuş Kürtlere karşı olarak, Rusya’da da 1999 ve 2009 arasındaki Çeçen Savaşı sırasında Çeçen militanlara karşı olarak uygulanmıştır.[2] Zorla kaybedilenlerin yakınları ve bu konuda çalışan sivil toplum kuruluşlarının üyesi olduğu bir ağ olan International Coalition against Enforced Disappearances (ICAED – Uluslararası Zorla Kaybetmelere Karşı Koalisyon), zorla kaybetme suçunun günümüzde Bangladeş, Hindistan, Mali, Pakistan, Meksika, Kolombiya, Sri Lanka, İran, Sudan, Lübnan, Irak ve Suriye’de işlenmeye devam ettiğini belirtmektedir.[3] Dahası, Guantanamo Hapishanesi’nde sembolize olan yasadışı tutukluluk hali ve bir tür zorla kaybetme sayılan olağanüstü yorumlama (extraordinary rendition) ve gizli gözaltı (secret detention) gibi ‘terörle mücadele’ kapsamında hayata geçirilen yasal ve yasa dışı uygulamalar, zorla kaybetmelerin diğer devlet şiddeti türleriyle beraber, özellikle 2001 yılından sonra Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık ve Almanya gibi ‘demokrasinin kalbi’ olduğu iddia edilen ülkelerde de gerçekleştiğinin bir kanıtıdır.[4]
Bu nedenle, zorla kaybetmeler ne geçmişte kalmış ne de sadece doğu ve güney diktatörlüklerinde kullanılmış bir uygulamadır. Daha ziyade, küresel bağlamda modern devletler tarafından gerekli görüldüğü takdirde, çeşitli ‘olağanüstü durumlarda’ egemenliğin oldukça spesifik ve somut bir kullanımı olarak tezahür eder.
Zorla kaybedilenlere işaret etmek için hem kayıp hem de zorla kaybetme terimleri kullanılır. Birleşmiş Milletler Herkesin Zorla Kaybedilmeden Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme’ye göre, ‘zorla kaybetme’ terimi, “(…) devlet görevlilerinin ya da devletin yetkilendirmesi, desteği veya göz yummasıyla hareket eden kişilerin ya da grupların gözaltına alma, tutuklama, kaçırma ya da diğer herhangi bir biçimde özgürlükten yoksun bırakması ve bu durumdaki bir kimseyi, özgürlükten yoksun bırakmayı kabul etmenin reddedilmesi veya kaybedilen kişinin akıbetinin ya da nerede olduğunun gizlenmesiyle, hukukun koruması dışına çıkarması(…)” durumunu ifade eder. ‘Kayıp’ ise, “uluslararası ya da iç silahlı çatışma sonucunda haber alınamayan kişilerle” ilgili olan daha geniş bir kategori belirtir. Bu kişi, “asker ya da sivil, ailesinin kendisinden haber alamadığı herhangi biridir.” İki kavram arasında uluslararası insan hakları hukuku ve insancıl hukuktan kaynaklanan hukuki ayrımlar vardır, ancak pek çok çatışma örneğinde her iki kategoride de kayıplar söz konusu olur. Örneğin, Lübnan, Ermenistan, Gürcistan ve Çeçenistan’a baktığımızda bu iki kategoriye de uyan örnekler buluruz. Ayrıca, çoğu zaman, kaybedilenlerin yakınları ve aile örgütleri dahil olmak üzere farklı aktörlerin, bu terimleri değişimli olarak kullandığını görüyoruz. Sıklıkla, bu suçtan etkilenen toplumlarda, bu iki ayrı kategori genellikle neredeyse anlamsızlaşır ve geçişli olarak kullanılır.
Çeçenistan'daki Uluslararası Kayıplar Günü anması sırasında çekilmiş bir fotoğraf. 30 Ağustos 2014. (ICRC/Zumrat Magomedova)
Farklı bağlamlarda, zorla kaybetme suçu birbirinden farklı şekillerde işlenir. Suçun kimi unsurları, kaybetme stratejisini uygulayan devletin baskı ve zor kullanma kapasitesiyle derinden ilişkilidir. Bir başka deyişle, zorla kaybetme vahşetinin sonuçlarıyla uğraşırken, ilgili devletin gücüne dikkat edilmelidir, çünkü güçlü ya da zayıf bir devlet olması işlenen suçun sonuçları üzerinde kayda değer bir etkiye sahiptir. Ayrıca, çatışmanın bağlamı, etno-politik bir çatışmadan mı yoksa askeri/otoriter bir devletten mi kaynaklandığı da zorla kaybetmeler karşısında aktüel durumu etkiler. Çatışmanın devam edip etmemesi, bittiyse nasıl bittiği de zorla kaybedilenlerin statüsünün belirlenmesinde önem taşır. Son olarak da ulusaşırı kurumlar, ‘yabancı hamiler’ ve uluslararası ajanslar dahil olmak üzere uluslararası aktörlerin varlığı ya da yokluğu, zorla kaybetmelerin hukuki ve politik alanda elde ettiği sonuçların şekillenmesinde rol oynar. Fakat tüm bu farklı örneklerde, zorla kaybetme meselesi ve sonuçlarına karşı mücadeleler, ne kadar politikadan uzak konumlandırılmaya çalışılırsa çalışılsın, politik duruma ve konjonktüre kökten bağlıdır.
Her ne kadar örnekler arasında farklılıklar olsa da cezasızlık kalkanı arkasında korunan faillerin dokunulmazlıkları ve kayıtsızlıkları ile yerel hukuki mekanizmaların etkisizliği, pek çok örnekte, trajik bir biçimde benzerdir. Af kanunları, çıkmaza girmiş soruşturmalar, beraatlarla sonuçlanan beyhude davalar gibi cezasızlığın hukuki mekanizmaları ile kaybedilenlerin ailelerini sindirmek üzere kullanılan taktikler neredeyse tüm örneklerde yaygındır. Türkiye’nin de dahil olduğu pek çok örnekte, failler sadece dokunulmaz bir cezasızlık kalkanıyla korunmakla kalmayıp, siyasi partilerde yüksek konumlar verilerek ya da çeşitli güvenlik ve istihbarat birimlerinde önemli pozisyonlara getirilerek, devlet aygıtının daha da güçlü bir parçası haline getirilmiştir. Faillere yapılan bu muamele zorla kaybetme suçunun temel özelliğini ortaya çıkarır: bu suç özünde ve sıkı sıkıya devlet aygıtına ve modern ulus-devlet yapısına bağlıdır.
Pek çok bağlamda ortak olan bir başka çarpıcı nokta ise, zorla kaybetmelere karşı yürütülen mücadelede kadınların öncülüğü ve hakimiyetidir. Kaybetmenin ardından hem kısa hem uzun vadede, eşlerin ve annelerin performansları, eylemleri ve hareketleri mücadeleye yön verir. Her ülke için kesin rakamlar bulunmasa da çoğunlukla erkeklerin zorla kaybedildiğini biliyoruz.
Fotoğraf: 1974 Türk İstilası sırasında, 20 yaşındayken kaybedilen Epiphanios Kyriakou’nun portresi ve annesi Eleni Kyriakou.
“Cinsiyet analizi yapan araştırmalar kaybedilenlerin yaklaşık yüzde 70 ila 94’ünün erkek olduğunu doğrular.”[5] Kaybolmadan sonraki adalet mücadelesi, ailenin ekonomik yükü, yas tutmanın sembolik rolü gibi materyal ve duygusal birçok meselenin toplumsal cinsiyet temelli bir iş bölümü sonucu, esas olarak kadınların görevi haline geldiğini biliyoruz. Kadınların tecrübeleri, sadece kaybedilme sonrasının değil, suçun spesifik olarak işlenme şeklinin ve örüntülerinin anlaşılması konusunda da son derece önemlidir. Zorla kaybetmelere toplumsal cinsiyet perspektifinden bakan yaklaşımların söyleyecek şüphesiz çok şey var. “Kaybedilenlerin eşlerinin deneyimlerinin karmaşıklığı ve çok katmanlılığı, insanların ağır hak ihlallerine ya da yoğun devlet şiddetine maruz kaldığı zamanlarda verdikleri yanıtlara da başka bir gözle bakmamızı sağlıyor. Farklı kadınların farklı yanıtlarını görmemizi sağlıyor; kadınların yaşa, eğitime, deneyime, etnik kökene, sınıfsal konuma, politik yakınlıklara bağlı olarak aslında birbirlerinden nasıl farklı tecrübeler edinebileceğini görüyoruz. Dolayısıyla ağır insan hakkı ihlallerinin yarattığı tahribatı nasıl giderebileceğimizi tartışırken bu çok farklı deneyimlerin hepsini içeren bir dil kurmak gerekiyor.”[6] Bununla beraber, zorla kaybetmelere toplumsal cinsiyet temelli bakan çalışmalar, her ne kadar son on yılda artmış olsa da hala bu alandaki literatürün küçük bir azınlığını oluşturur.
Zorla kaybetme; gösterme ve saklı kılma, silme ve gösteriyle icra etme, gizli kapaklı bir şekilde yok etme ve çok gürültülü bir yaygaracılıkla vuku bulma gibi özgül bir diyalektik içinde, pek çok çelişkili unsurun bir arada var olduğu bir devlet şiddeti türüdür.
Bir başka deyişle, kaybetme pratiği, öyle ya da böyle, özel bir gizlilik ve görünürlük diyalektiği içinde gerçekleşir; tüm detaylarına vakıf olunmasa da kayıp yakınları dahil olmak üzere herkes bir felaketin meydana geldiğini bilir. Zorla kaybetme stratejisine özgü gizlilik ve görünürlük diyalektiğine göre, yakınları kaybedilen kişinin gözaltına alındıktan sonra sorgu sırasında korkunç bir işkenceye maruz kaldığını ve infaz edildiğini, genelde, politik bir sezgiyle tahmin etmektedir. Bu tahmine rağmen, çoğunlukla kadınlardan oluşan kayıp yakınları, sevdiklerini aramaya devam etmiş, sayısız hukuk kurumunun kapısını çalmış ve çeşitli gündelik politik mücadelelerin yanı sıra farklı hafızalaştırma eylemleri de gerçekleştirmiştir. Onlar sadece “mağdur” ya da “şikayetçi” değil, aynı zamanda mücadele eden politik öznelerdir. Gözdağları, tutuklamalar ve işkencelere göğüs germiş, karşılaştıkları birçok ekonomik zorluğa rağmen ailelerini bir arada tutmuş ve son derece düşmanca politik ortamlarda bile taleplerini tekrar tekrar dillendirmişlerdir. Tekrar üzerine kurulu bu performatiflik, çoğu zaman somut sonuçlara ulaşmasa da, kendi içinde bir hayatta kalma, direnme, politik mücadele ve umut eylemidir. Umudun sadece tekil ve dramatik bir kahramanlık eyleminde vücut bulmadığını, günlük hayatta direnç ve sebat göstermek için sürekli sarfedilen çabalarda da somutlaştığını unutmamak gerekir. “Bu şekilde, umut mutlaka gelecekteki bir iyiliği değil, öncelikli olarak haysiyetli bir hayat yaşamak için sebat göstermeyi hedefler.”[7] Cumartesi Anneleri/İnsanları başta olmak üzere, kayıp yakınlarının mücadelesinin içerdiği umut, tüm tehditlere, işkenceye ve şiddete rağmen, şüphesiz haysiyetli bir hayat yaşamak için sebat göstermekten doğan, son derece somut ve gerçek bir umuttur.
Dipnot ve Kaynakça
[1] Bu yazı, Özgür Sevgi Göral’ın “Hakikat İçin Umut Var Mı? Kafkaslar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da Zorla Kaybetmeler ve Kayıp Kişilere İlişkin Karşılaştırmalı Bir Analiz” başlıklı kitabından kısaltılarak oluşturulmuştur. Kitapta Türkiye, Rusya, İran, Kıbrıs, Lübnan, Cezayir ve Ermenistan, Azerbeycan, Gürcistan’daki zorla kaybetmeler ele alınmaktadır. Kitaba https://enforceddisappearances.dealingwiththepast.org/tr/index.html adresinden erişilebilir.
[2] Jeremy Sarkin vd., Bosnia and Herzegovina, Missing Persons from the Armed Conflicts of the 1990s: A Stocktaking (Sarajevo: International Commission on Missing Persons, 2014); İnsan Hakları İzleme Örgütü, Time for Reckoning: Enforced Disappearances in Algeria, 2003; Juliet Chevalier-Watts, “The Phenomena of Enforced Disappearances in Turkey and Chechnya: Strasbourg’s Noble Cause?,” Human Rights Review 11, no. 4 (2010): 469–489; Özgür Sevgi Göral, Enforced Disappearance and Forced Migration in the Context of Kurdish Conflict: Loss, Mourning and Politics at the Margin (Doktora tezi, École des Hautes Études en Sciences Sociales (EHESS), 2017).
[3] ICAED Statement on the International Day of the Disappeared, International Coalition Against Enforced Disappearances (ICAED), 30 Ağustos 2012, http://www.icaed.org/home/news-archive-2012/.
[4] Pilar Calveiro, “Torture in the heart of ‘democracies’,” (sunum, Symposium On Torture, The George Washington University, 18 Kasım 2008), https://us.boell.org/sites/default/files/downloads/Calveiro_torture_democracy.pdf.
[5] Polly Dewhirst and Amrita Kapur, The Disappeared and Invisible. Revealing the Enduring Impact of Enforced Disappearance on Women (New York: International Center for Transitional Justice (ICTJ), 2015), 4, https://www.ictj.org/sites/default/files/ICTJ-Global-Gender-Disappearances-2015.pdf.
[6] Özlem Kaya ve Hatice Bozkurt, “Fotoğrafı Kaldırmak” Eşi Zorla Kaybedilen Kadınların Deneyimleri (İstanbul: Hakikat Adalet Hafıza Merkezi, 2014), s. 12.
[7] Jarrett Zigon, “Hope and Waiting in Post-Soviet Moscow,” Ethnographies of Waiting: Doubt, Hope and Uncertainty içinde, ed. Manpreet K. Janeja ve Andreas Bandak (Londra, New York: Bloomsbury Academic, 2018), 71.
Yayın Tarihi: 10/11/2023