PolitikART
Bellek

Zorla kaybetme: Bir devlet politikası

Sayı: 322
Eren Keskin
İnsan hakları savunucuları olarak zorla kaybetmelere karşı mücadelemiz 1995 yılında başladı. Cumartesi Anneleri olarak bilinen bu sivil itaatsizlik eylemi aslında İnsan Hakları Derneği’nde bir grup kadının bir araya gelerek oluşturduğu, Gözaltında Kayıplar Komisyonu’nun etkinliği, bir sivil itaatsizlik eylemi. Bu eylem nasıl başladı? Bunu anlamak için 1995 yılının Mart ayına gitmek gerekiyor.

Zorla kaybedilme konusu, yaşadığımız coğrafyanın temel gerçeklerinden biri. Çünkü yaşadığımız coğrafya bir soykırım coğrafyası. 1915 Ermeni ve diğer Hristiyan halklara yönelik soykırım ardından 1938 Dersim soykırımı gibi olaylarda yaşanan binlerce kaybın hala sonuçları bilinmiyor. O nedenle kayıplar mücadelesini sadece yakın zamanla birlikte ele almak yanlış. Zorla kaybetme, cumhuriyet öncesinden bu yana bu coğrafyada var olan bir devlet geleneğidir.

İnsan hakları savunucuları olarak zorla kaybetmelere karşı mücadelemiz 1995 yılında başladı. Cumartesi Anneleri olarak bilinen bu sivil itaatsizlik eylemi aslında İnsan Hakları Derneği’nde bir grup kadının bir araya gelerek oluşturduğu, Gözaltında Kayıplar Komisyonu’nun etkinliği, bir sivil itaatsizlik eylemi. Bu eylem nasıl başladı? Bunu anlamak için 1995 yılının Mart ayına gitmek gerekiyor.

Benim insan hakları savunucusu olarak kişisel tarihimde de gözaltında kaybetmenin çok özel bir önemi var. Çünkü gözaltında kaybetmeler ve ardından oluşan Cumartesi Anneleri eyleminin temelini oluşturan iki insanın gözaltında kaybedilmesi olayı var. Bunlardan biri Hasan Ocak diğeri Rıdvan Karakoç.

Rıdvan Karakoç benim müvekkilimdi. Rıdvan, 1995 yılının Ocak ayında bana geldi ve sürekli takip edildiğini, bana vekalet çıkarmak istediğini, başına bir şey gelirse bundan devletin sorumlu olduğunu söyledi. Ardından ekledi “Ben, seni her gün arayacağım. Eğer bir gün aramazsam bil ki başıma bir şey geldi” Vekaletname çıkardı ve gerçekten beni her gün aradı. Ancak 1995 yılının Şubat ayının sonlarına doğru bu aramalar birdenbire kesildi. Tabii ki ben çok endişelendim ve ailesiyle görüştük, ailesi de haber alamıyordu. Bizler Rıdvan Karakoç’un başına ne geldiğini düşünürken, 21 Mart 1995 tarihinde de Hasan Ocak gözaltına alındı ve ailesi ondan da haber alamamaya başladı. Hasan Ocak’ın ailesi çeşitli araştırmalara girişti. Hasan Ocak’ın nerede olduğuna dair hastaneler, cezaevleri neresi varsa oralarda araştırma yaptılar. Sonunda Adli Tıp Kurumu’nda, kendilerine gösterilen ölü bedenlerin fotoğrafları içinde, hem Hasan Ocak’ın hem Rıdvan Karakoç’a benzer birinin fotoğrafını gördüler. Böylece her ikisinin de öldüğü anlaşıldı ve bir süre sonra her ikisinin cenazesi de kimsesizler mezarlığında bulundu.

Rıdvan Karakoç’un mezarının açıldığı gün benim hakkımda yakalama kararı çıkarılmıştı. Yazdığım bir yazı nedeniyle – o zaman Terörle Mücadele Yasası’nın 8. Maddesi vardı, bölücülük suçunu içeriyordu, sonra bu madde kaldırıldı- hakkımda yakalama kararı çıkarılmıştı. Bu nedenle maalesef ki Rıdvan’ın mezarının açılması sırasında ben bulunamadım. Daha sonra zaten tutuklandım ve cezaevine gönderildim.

İşte bu iki ailenin mücadelesi ve İHD’ye gelip durumu anlatmaları ve İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi’nde ailelerle birlikte neler yapabiliriz tarzı konuşmalar, öneriler başladı. Ve sonunda Cumartesi Anneleri eyleminin bir sivil itaatsizlik eylemi olarak yapılmasına insan hakları savunucusu bir grup kadın karar verdi. Kayıplar komisyonu kuruldu ve Cumartesi Anneleri adı altında, Galatasaray Meydanı’nda oturularak kayıplarımızın akıbeti sorulmaya başlandı. Aslında bu sivil itaatsizlik eylemi belki de coğrafyanın en meşru kabul edilmiş eylemiydi. Çünkü bir çocuğa sahip olma noktasından hem de annelerin ve kadınların yaptığı bir eylem olması nedeniyle toplum tarafından olumlu karşılandı.

Cumartesi Anneleri eylemi her cumartesi saat 12.00’da Galatasaray Meydanı’nda yapılmaya başlandı. Birçok kesimden insan, çok çeşitli siyasi görüşlerden, siyasi kimliklerden ya da sadece insan olma nedeniyle bu eyleme ilgi göstermeye başladı. Gerçekten giderek Galatasaray Meydanı’nda oturan insanların sayısı çoğalmaya başladı.

Meşruiyeti hemen kabul edilmiş olan bu eyleme karşı devlet ilk zamanlarda nasıl bir tavır takınacağını bilemedi. Aslında trajikomik bir şekilde ilk başlarda kayıplarını arayan aileler için otobüsler getirilmeye başlandı, sanki bu insanlar siyasi nedenle değil de başka bir nedenle, birdenbire gitmiş, kaybolmuş insanlarmış gibi “gelin bu otobüse başvurun, kayıplarınızın kaydını yaptırın” dendi.

Tabii ki insan hakları savunucuları olarak bunu trajikomik bulduk, kimse de bu başvuru yapmadı. Eylem giderek yoğunlaşmaya, Galatasaray Meydanı’na gelen insan kalabalığı giderek fazlalaşmaya başladı. Bu eylem uzun süre yapıldı. Aslından bu eylem bütün aileler için adeta bir hafıza merkezi haline gelmişti. Birçok insan için de kayıp ailelerine verilen dayanışmanın göstergesi olan bir alan haline gelmişti.

1999 yılına kadar bu eylem aralıksız devam etti. 15 Şubat 1999 tarihinde Öcalan’ın Türkiye’ye getirilişi ve tutuklanarak cezaevine konulmasının ardından bu eyleme engeller getirilmeye başlandı. Öyle ki aslında bu günlerde yaşadıklarımıza çok benzer şeyler yaşamaya başladık. Her hafta gözaltına alınıyorduk, aileler şiddete maruz kalıyordu. Aileler o kadar çok sıkıntı çektiler, o kadar çok şiddete maruz kaldılar ki bir süre eyleme ara verilme kararı alındı. Bir süre bu eylem yapılmadı. Ancak daha sonra bu eylemin tekrar yapılmasına karar verildi hatta bu eylemin meşruiyetini o zamanlar başbakan olan Tayyip Erdoğan dahi kabul etmişti ki kayıp yakınlarıyla bir görüşme yaptı. Cemil Kırbayır’ın, çok yaşlı olan annesi Berfo Kırbayır’a, Tayyip Erdoğan “oğlunun bulunması için mecliste bir komisyon kurulmasını isteyeceğim”  dedi. Gerçekten de mecliste İnsan Hakları Komisyonu Cemil Kırbayır’ın gözaltında kaybedilişini, soruşturmaya başladı. Hepimiz gittik, hem aile hem biz avukatları olarak ifadeler verdik. Sonuçta meclis gerçek ve ciddi bir araştırma sonucunda rapor hazırladı. Bu raporda aynen şöyle deniyordu:

“Cemil Kırbayır’ın gözaltına alındığı, gözaltında işkenceyle öldürüldüğü ve cenazesinin saklandığı kanısına varılmıştır.” Yani bugün Cumartesi Anneleri eylemini engelleyen, katılanlara şiddet uygulayan, onları gözaltına alan devlet, Cemil Kırbayır’ın bir meclis raporuyla işkenceyle öldürüldüğü ve cenazesinin saklandığına dair bir rapor hazırlamıştı. Bu gerçekten büyük bir çelişkiydi.

Cumartesi Anneleri eylemi yine devam etmeye başladı. Yine aynı meşru çizgide yine aynı toplanan kalabalıkla devam ettiler. Ancak 2018 yılında bu sefer Süleyman Soylu’nun İçişleri Bakanı olmasıyla birlikte eylem yeniden yasaklandı. Hatta 700. Haftada çok büyük bir saldırı gerçekleşti çok sayıda insan işkenceyle gözaltına alındı. Eyleme yine başka şekillerde devam edildi. İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi’nin önünde yapıldı. Daha sonra pandemi nedeniyle bu eylem internet üzerinden Youtube yayınlarıyla varlığını devam ettirdi. Ancak bir süre önce Anayasa Mahkemesi Maside Ocak ve Gülseren Yoleri’nin başvurularını olumlu şekilde sonuçlandırdı ve Cumartesi Anneleri eyleminin yasaklanmasının, hak ihlali olduğuna karar verdi. Bu kararla birlikte bizler insan hakları savunucuları olarak kayıp yakınlarıyla birlikte

Nisan 2023’den itibaren meşruiyeti artık Anayasa Mahkemesi kararı ile kabul edilmiş bu eylemi, yeniden yapma kararı aldık. Ancak ilk günden itibaren, Anayasa Mahkemesi kararına rağmen Kaymakamın yazılı bir biçimde tek günlük bir yasaklama getirmesiyle tüm cumartesiler bize yasaklandı.

Haftalardır hem aileler hem bizler insan hakları savunucuları olarak kelepçelenerek, kötü muameleye maruz kalarak gözaltına alınıyoruz. Ancak bu eylemden vazgeçmeye hiç kimsenin niyeti yok.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin, kaybetme politikası bu eylemin yasaklanmasıyla birlikte hala devam ediyor. Türkiye Cumhuriyeti devleti, gözaltında kayıp dosyalarında cinayet suçuna ilişkin zaman aşımını uyguluyor, 20 yıl. 20 yıl boyunca savcılar hiçbir işlem yapmadan, hiç delil toplamadan, tanık dinlemeden bu dosyalara zaman aşımıyla birlikte düşüm kararı veriyorlar. Oysa bizler insan hakları savunucuları olarak Türkiye Cumhuriyeti devletinin Birleşmiş Milletler Zorla Kaybetmelere Karşı Sözleşmesini imzalamasını istiyoruz. Bu sözleşmenin imzalanması halinde, zaman aşımı ortadan kalkacak yani yargının zorla kaybetme olaylarında kullandığı 20 yıllık zaman aşımı ortadan kalkacak, süresiz bir şekilde bu dosyaların araştırılması, delillerin toplanması devam edecek. Ancak Türkiye Cumhuriyeti devleti, maalesef ki bu sözleşmeyi imzalamıyor. İmzalamamasının ardında yatan tek neden de zorla kaybetmelere karşı devlet politikası.

Yayın Tarihi: 08/11/2023