PolitikART
Kültür-Sanat

Sinemanın İnsansı yanı ve Komîna Fîlm a Rojava

PolitikART Özel
Numan Yiğit
Komîna Fîlm a Rojava geçmiş tecrübelerden de yola çıkarak, devrimin yarattığı imkânlar ışığında birçok yurtsever ve enternasyonal sinemacının bir araya geldiği kolektif bir emekle 14 Temmuz 2015’te oluştu. En büyük amaçlarından birisi eğitimler ve gösterimlerle sinemayı gündelik hayatın bir parçası haline getirerek, sinemayı toplumun her alanına yaymaktı.

      

     20. yüzyılın başlarında “neden film izleriz, film izlemek insanın hangi ihtiyacını karşılar” gibi sorulara cevap arayışı sinemanın farklı bir sanat dalı olarak gündeme gelmesinin başlangıcını oluşturuyordu. Art arda gelen fotoğrafların insan gözündeki kusurla birleşimi, kesintisiz hareket hissi uyandırdı ve bu insanı iç dünyasında muazzam bir yolculuğa çıkardı. Hiç bir sanat dalı, insan zihninde bu kadar kısa sürede bu kadar yoğun etki bırakmamıştı.  Beyaz perdede izleyiciye aktarılan, sadece insanın duygularına yön veren; ağlatan ya da güldüren bir oyun değildi. Görünen dünyanın, insanın görünmeyen dünyasına etki ederek, zihinlerde yeni bir gerçeklik yaratmasıydı mevzu bahis olan.

    1895’te Paris'te Grand Café’de ilk gösterim yapıldığında insanların üzerine gelen korkutucu şey sadece bir tren değil; insana gerçekliği hiç olmadığı kadar dayatan yeni bir sanat dalıydı.

    İlk andan itibaren insan zihnine bu denli yön veren sinema, psikologların, iktidarların ve tüccarların ilgisini çekmişti. Kısa sürede diğer sanat dallarını da bünyesine katarak devleşen sinema, 7. sanat olarak tüm dünyada hiç anlaşılmadık düzeyde hızla yayıldı.

      Sinemanın büyüleyici etkisinin erkenden farkına varan Psikolog Hugo Münsterberg, sinemanın insanı gerçek hayattan tamamen izole edebileceğini ve dolayısıyla duyularını yitirmesine sebep olabileceğini düşünmüştü. Seyretmenin izleyiciyi pasifleştirebileceği savından hareketle, filmlerde sunulan yaşamın gerçekle olan farkını sosyolojik açıdan endişe verici buluyordu.

      Hugo Münsterberg kaygılarında haksız değildi. Zira sinema, iktidarların gerçekliği manipüle etme politikalarının en etkili aracı olarak kullanıldı. Hollywood’un ışıltılı stüdyolarında inşa edilen yalan dünyalar, Nazilerin kitleleri kontrol eden ve onları harekete geçiren propaganda sineması, Mussolini’nin baskı rejimi altında ezilen halkın dikkatini başka yerlere vermek için ortaya konulan eğlence ve melodram temalı beyaz telefon filmleri, kitleleri gerçek hayattan izole etmiş, kimi zaman insanı insana düşman etmiş ve kültürel asimilasyonun en güçlü silahı olmuştur. Tabii sistem karşıtı veya var olan düzene eleştirel bir bakışla yaklaşan tüm eserler, düzenin sansür ve yasaklarına maruz kalıyordu.

Parçalara bölünmüş, ülkesiz bırakılmış, dili, kültürü, sanatı yasaklanmış bir halk olarak Kürtler, sinemanın kendisi ile çok geç tanıştı. Her ne kadar Yılmaz Güney gibi bir sinema dehasını çıkarsa da, dört devletin sömürüsü altında inkâr asimilasyon politikalarına maruz kalan bu halk, kendi hikâyesini kendi diliyle anlattığı ilk uzun metrajlı sinema filmini 1993 yılında çekebildi.

       Kuşkusuz sinema masumdu. Ve onun gözü olan kamera, sadece onun arkasındaki aklın hayal dünyasını izleyicilere gösteriyordu. Her ne kadar güce, paraya ve tekniğe sahip olanların elinde her söyleneni yapan duygusuz bir robot haline getirilmek istense de, hakikatin en yalın ve estetik anlatımının peşinde sinemaya yaklaşan ve onun insani ve ahlaki yönünü açığa çıkarmaya çalışan gerçek sanatçılar ve sinemacılar, sinemanın doğumundan bu yana onun başucunda beklemiş ve hakikatin dili olması için onu eğitmiştir.  Dünya sinemasının baş yapıtlarından olan Sergei Eisenstein’in Potemkin Zırhlısı, Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar’ı ve Vittorio De Sica'nın Bisiklet Hırsızları, sinemanın insansı yönüne vurgu yapan hakikat anlatılarıydı.

Fotoğraf: Nadia Derwish

       Kısacası sinema sanatı, ortaya çıktığı yaklaşık 130 yıldan bu yana, onu elinde bulunduranların (iktidar ya da muhalif) en bariz anlatı dili haline geldi. Özellikle derdi ve arayışı olan sistem karşıtı kesimler (halklar, kültürler, sınıflar, feministler, devrimciler, ekolojistler, hayvan hakları savunucuları…)  sorunlarını haykırabilmek ve görünür kılabilmek için sinemanın anlatı gücünden yararlandı. Hatta Yahudi halkının onlarca sinema filmi ile soykırımı daha da görünür kıldığı gerçeği, bir taraftan sinemanın etki ve anlatı gücünü ifade ederken diğer yandan ezilen birçok kesimin ona gıpta ile bakmasına sebep olmuştur.

     Peki ya yüz yıldır kameranın arkasına geçme imkânı bulamamış, kadraja kendi gerçeğini yerleştirememiş halklara ne demeli?  Öyle ya sinema demek aynı zamanda güç, para ve imkân demekti?  (!)

      Parçalara bölünmüş, ülkesiz bırakılmış, dili, kültürü, sanatı yasaklanmış bir halk olarak Kürtler, sinemanın kendisi ile çok geç tanıştı. Her ne kadar Yılmaz Güney gibi bir sinema dehasını çıkarsa da, dört devletin sömürüsü altında inkâr asimilasyon politikalarına maruz kalan bu halk, kendi hikâyesini kendi diliyle anlattığı ilk uzun metrajlı sinema filmini 1993 yılında çekebildi. Ortaya çıktığı İlk 20 yıl içerisinde dünyanın en ücra köşelerine kadar giren sinema, yaklaşık 100 yıl sonra Kürt halkının kendisini, kendi diliyle ifade ettiği bir sanat dalı olmuştur. Bu husus başlı başına kültürel asimilasyon ve sömürü politikalarının ne denli yoğun ve sistematik olduğunu gösterir.

Özellikle 1963’te, Amudê Şehrazat Sinemasında Cezayir kurtuluş mücadelesini anlatan bir filmin gösterimi sırasında onlarca çocuğun yanarak ölmesi ya da öldürülmesi, toplumda çok derin travmalara sebep oldu. Sinema yapma imkânı verilmeyen bir halkın sinemaya gitmesi, film izlemesi de elinden alındı denilebilir. Sinema çalışmaları yürütenler Amudê’ye gittiklerinde toplumun sinemaya mesafeli yaklaşımını hissedeceklerdir.

     Bu gerçeklikten yola çıktığımızda Kürt sineması derken, bunu diğer ulusların sinemalarından ayrı bir değerlendirmeye tabi tutmak önemlidir. Çünkü hiçbir ulusun sineması, eserlerinde toplumsal ve kültürel olarak varoluşsal bir engel ve kriz içinde olmamıştır. Bu sebeple Kürt sineması sadece ulusal kurtuluş mücadelesini ele alan bir hikâye anlatımı değildir. Bununla birlikte varoluşunu ispatlama, dil ve kültür inşası demektir. Gerçeklikten kopuk, siyasetten uzak durmayı sanatçı olmak zanneden kimi Kürt sinemacılarının farkına varmadığı handikaplardan biri de budur zaten. Siyasetten uzak olmak demek gerçeklikten kaçmak demektir. Kaldı ki her Kürtçe eser, kendisini üretene rağmen politiktir.

     Kuşkusuz ulusal sinemanın gelişmesi, nicel ve nitel olarak daha fazla sinema eserinin ortaya çıkmasının en önemli koşulu, özgür bir ülkeye sahip olmaktır Kürtler için. 2011’de gerçekleşen Rojava devrimi bu anlamda büyük bir imkân yarattı.

     Kürdistan’ın en küçük parçası olan Rojava, diğerlerinde de olduğu gibi her türlü kültürel asimilasyona tabi tutulup Arap kemeri politikasıyla kendi içerisinde dahi parçalara bölündü. Öyle ki neredeyse halkın yarısına kimlik dahi verilmeyerek bütün siyasi, ekonomik, kültürel imkandan ve eğitim olanağından uzak bırakıldı.  Özellikle 1963’te, Amudê Şehrazad Sineması'nda Cezayir kurtuluş mücadelesini anlatan bir filmin gösterimi sırasında onlarca çocuğun yakılarak öldürülmesi, toplumda çok derin travmalara sebep oldu. Sinema yapma imkânı verilmeyen bir halkın sinemaya gitmesi, film izlemesi de elinden alındı denilebilir. Sinema çalışmaları yürütenler Amudê’ye gittiklerinde toplumun sinemaya mesafeli yaklaşımını hissedeceklerdir.

Köy köy yapılan film gösterimleri için hazırlıklar

     Tabi bu devrim öncesinde sinemaya ilginin olmadığı anlamına gelmez. Öyle ki yapılan araştırmalar ve arşiv çalışmaları sonrasında ortaya çıkan birçok kısa film, belgesel var… Dikkat çekici bir diğer husus, yönetmenliğini Mussa Allo’nun yaptığı Soro adlı, tiyatrodan uyarlama bir uzun metraj film çalışmasının kaset filme alınmasıdır.  ‘91 yılında (Bilinen ilk uzun metraj filmimiz Kilamek ji Beko’dan daha önce) Kobanê’de ele alınan bu çalışma, Kürt sineması tarihi açısından ilk uzun metraj film denemesi olması itibariyle vurgulanması gereken önemli bir noktadır. Amatör bir ekiple çekilen bu çalışma her koşulda sinema ile derdini anlatma arayışının olduğunu göstermektedir.

      Kürt sinemasının en önemli sorunlarından biri, kurumsallaşan ve kümülatif olarak biriken bir tecrübeye sahip olmamasıdır. Daha önce de bahsettiğimiz üzere bunun birçok sebebi var.   Sinemanın tarihini irdelediğimizde, daimi olarak teknolojik gelişmeler ve insan tecrübesinin ve birikiminin birleşimiyle hızla gelişip yayıldığını görürüz. Sosyal bilimlerin araştırmalarının önemli konularından biri olarak binlerce akademik kaynak ortaya çıkmıştır. Sinemaya dair bu gelişmelerin dışında kalan Kürtler, doğal olarak sinemaya yabancı kalmış, birçok oyuncu ve yetenekli sinemacı sömürgecilerin merkezlerinde, onların film setlerinde ve şirketlerinde kimliğini inkâr ederek çalışmalarını sürdürmüştür. Zira sistemde Kürt olmak politik bir tavırdır ve bu tavra sahip olanların başarı hakkı elinden alınmıştır. Toplumsal ve ulusal bilince sahip bazı sinemacıların çalışmaları da daha çok bireysel kalmıştır.

      Komîna Fîlm a Rojava (Rojava Film Komünü) geçmiş tecrübelerden de yola çıkarak, devrimin yarattığı imkânlar ışığında birçok yurtsever ve enternasyonal sinemacının bir araya geldiği kolektif bir emekle 14 Temmuz 2015’te oluştu. En büyük amaçlarından birisi eğitimler ve gösterimlerle sinemayı gündelik hayatın bir parçası haline getirerek, sinemayı toplumun her alanına yaymaktı. Charlie Chaplin’in The Kid filminin birçok yerde gösterimi ile birlik, aktif pratik döneme geçti. Birçok yerden gelen deneyimli ve tecrübeli hocaların desteğiyle, “Şehît Yekta Herekol” akademisinde sinema eğitimleri başladı ve aktif üretim sürecine girildi.

     Kısa filmler ve belgesellerle ilk çalışmalarını ortaya koyan komün, bugün daha büyük prodüksiyonlu çalışmalar açığa çıkardı. Şu söylenebilir ki Kürt sinemasının ortaya çıkardığı en büyük prodüksiyonlu filmler, devrimin yarattığı imkânlarla oldu. Ji bo Azadıyê, Kobanê gibi filmler; Evîna Kurd, Tava Sor gibi büyük prodüksiyonlu çalışmalar, devrimin yarattığı imkânlardan faydalandı.

      Komîna Fîlm a Rojava sadece dört parçada yaşayan Kürtlerin değil tüm halkların sorunlarını, dertlerini, gerçekliğini yansıtmayı ve bunların sanatsal ifadesi olmayı amaçlamakta.

Kobanê film gösterimi

-  Çiroka Bajarên Wêrankirî (2016)  Şengal, Kobanê ve Cezaa’da savaşın yarattığı yıkıntıları;  Darên bi tenê (2017- Belgesel)  ile Rojava’da yaşayan farklı kültürlerdeki halkların Dengbêjliğini anlatır.

-  Evîn Di Rûyê Qirkirinêde (2020) ile soykırımlardan geçirilen Êzîdî halkının soykırımlar karşısındaki dengbêjlîk geleneğinin yarattığı kültürel direnişini aktarır. (Belgesel)

-  Gava Şitil Mezin Dibin (2022) ile Kobanê’de bir yoğurtçu ve kimsesiz bir çocuğun gözüyle devrimin bir günlük panaromasını takip ederken, Berbû (2022) ile Serêkanî Savaşı'nın toplum ve birey üzerindeki etkisini dile getirir.

-  Ji bo Azadiyê (2019) görkemli Sur direnişini, Tava Sor dizisi (2022) Cizre’nin her şeye rağmen dirilişini yansıtır.

-  Kobanê (2022) filmiyle ikinci Stalingrad olarak dünyada nam salan 21. yüzyılın en görkemli direnişini, Evîna Kurd (2023) dizisi ile devrimin kendini inşa sürecini ve halkın toprağa ve özgürlüğe bağlılığını izleriz.

       Tabii bunların dışında birçok belgesel ve kısa filmler çekildi. Ayrıca dışardan gelen birey ve kuruluşlarla ortak çalışmalar da yürütüldü. Yaşanan güncel süreç ve devrimin etkisi, ele alınan konuları da şekillendirmekte. Ortaya çıkan ürünlerden de anlaşılacağı üzere bir taraftan halkın yakın tarihini oluşturan savaşlar, mücadele, devrim ve inşa süreci filmlerin konusunu oluştururken diğer taraftan halkın dil, kültür ve başta dengbejlik gibi hayati öneme sahip değerlerini yansıtmakta da titiz davranılmaktadır.

      Daha önce de belirtildiği gibi sanatın kendisini özgürce ifade edebilmesi için en büyük olanak, özgür bir ülkedir Kürtler için. Devrim sadece Kürtlerin değil, devrimin parçası olan tüm halkların bir araya gelip ortak, sanatsal çalışmalar yürütmesi için büyük öneme sahip. Özerk yönetim, 21. yüzyılın en etkili ifade dili olan görsel sanatlardan sinemanın öneminin farkında. Sinemanın gelişmesi, kendini örgütlemesi için imkân ve koşullar yaratmaya çalışmakta. Rojava Film Komünü bu anlamda gerek maddi gerek manevi en büyük desteğini başta Demokratik Kültür ve Sanat Hareketi (TEV-ÇAND) olmak üzere, özerk yönetimin kendisinden almakta.

    9 yıllık komün çalışmaları süresince belli bir birikim ve tecrübe açığa çıktı. Hem nitelik hem de nicelik açısından daha fazla üretime sahip olmayı amaçlayan komünün bir yıl içerisinde daha çok ekiple daha fazla ürün çıkarma hedefi var. Önceki yıllara nazaran sinema, toplumun gündeminde daha çok yer tutmakta. Üretim arttıkça oyunculuk gelişmekte, farklı yetenekler açığa çıkmakta ve sinemacı olmak isteyenlerin sayısı artmaktadır. Dışa bağımlılığı azaltarak, olabildiğince öz gücüne dayanarak yerel nitelik ve tecrübe ile daha güçlü projelere imza atmak için kendini hazırlamakta.  Tabii gerek savaş gerekse maddi koşulların yarattığı bazı engeller de var. Film örneklerini çoğaltmak için daha fazla ekibin ve tekniğin olması, bunların maddi ve manevi imkânlarla beslenmesi gerekiyor. Bunun için de zaman, tecrübe ve birikime ihtiyaç var diyebiliriz.

Oyunculuk eğitimleri

     Yaşanan savaş koşulları ve ekonomik ambargodan da sinema yoğun olarak etkilenmektedir. Ambargo politikaları ya da kapitalizmin pazara ve paraya dayalı ticari sanat anlayışı, devrimci sanatı ve sanatçıları hedef almaktadır. Ekonomik alanda yaratmak istedikleri "istikrar" ile sanatçıları ve sinemacıları tam da Mayakovski’nin dediği gibi, "sinemanın gözünü altın tozuyla kör ederek" devrimden ve toplumun değerlerinden uzak tutmaya çalışmaktadırlar. Savaş ve güvenlik sorunlarının da Demokles’in kılıcı gibi sürekli gündemde tutulması bilinçlidir. Yakın zamanda Rojhilat'tan Rojava‘ya sinema çalışmaları için gelen Mansur Karimiyan adlı arkadaşımız, hava saldırılarında şehit düştü. Türk devleti, devrimin parçası olan askeri, siyasi, toplumsal ya da sanatsal tüm alanları hedef alan bir politika gütmektedir. Türk savaş uçaklarının hedefi şu an herkes olduğundan, doğal olarak güvenlik tedbirleri dikkate alınmaktadır. Türkiye, kendi sınırları içerisinde olduğu gibi, sınırlarının dışında da halkın sanatsal üretimini sınırlama politikaları üretmektedir. Üniversitelerinde, Rojava‘da gelişmekte olan kültür ve sanatı hedef alan yazılar ve tezler hazırlanmıştır. Yakın zamanda Hacettepe’de Z.Y. adındaki lisans öğrencisi, "Komîna Fîlm a Rojava'nın 4 Sinema Filmi Üzerine Antropolojik İstihbarat" adlı çalışmasını tez olarak sunmuş ve doğrudan hedef göstermiştir. Öyle ki bu şahıs Mansur Karimiyan'ın şahadetinden kendisine de pay çıkarmış, bu memnuniyetini utanmadan sosyal medyada paylaşmıştır. Tabii bunlara verilecek cevap, kendi sınırları içerisinde dahi yüzyıllık inkâr, imha ve asimilasyon politikalarına rağmen ortadan kaldıramadıkları ve şu an her zamankinden daha coşkun bir üretim sürecini yaşayan Kürt kültür ve sanatıdır. Yani devrimin kendisi olduğu gibi onun sanatı da sömürgecileri rahatsız etmektedir. Bu da, Rojava’da sanatın ve sinemanın kendisinin büyük bir direniş ve mücadele olduğunu göstermektedir.

Son olarak Komîna Fîlm a Rojava'nın sinema anlayışına kısaca değinecek olursak;

      Komîna Fîlm a Rojava tüketime ve pazara dayalı, toplumsal hakikati manipüle eden Kapitalist Modernite sinemasına karşı; demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü paradigmayı manifesto edinen kolektif emeğe dayalı bir sinema anlayışını temsil eder. Eserlerinde halklar ve kültürler arası çatışmayı körükleyen ya da diğer kültürleri yok sayan ulus devlet anlayışını, kadına cinsel obje gibi yaklaşan, kadını metalaştıran ve pasif kılan cinsiyetçiliği ve ekolojik olmayan, doğaya saygı göstermeyen her türlü çalışmayı ve anlayışı reddeder. Kendisini Demokratik Modernitenin sanatsal alandaki inşacılarından biri olarak görür. Yazılan senaryolarda, çekilen filmlerde bu temel prensipleri gözetir.

Komîna Fîlm a Rojava tüketime ve pazara dayalı, toplumsal hakikati manipüle eden Kapitalist Modernite sinemasına karşı; demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü paradigmayı manifesto edinen kolektif emeğe dayalı bir sinema anlayışını temsil eder.

     Kürt sineması derken “göçün, sınırın ve ölümün “ hikâyesi tabiri yoğun olarak kullanılır. Deyim yerindeyse Kürt sineması sadece sömürge altında yaşayan bireyin acılarını, korku ve arayışlarını anlatan sessiz bir çığlık gibi dile getirilir. Komîna Fîlm a Rojava “sınırı, göçü ve ölümü” toplumsal gerçekliğin bir parçası olarak kabul ederken aynı zamanda bu tanımlamayı eksik ve zararlı bulur.  Sınırı, göçü ve ölümü kadermiş gibi sunan tüm eserlere tavır alır. Bunu yıllarca iktidarların eserlerindeki Kürt ifadesinin farklı bir versiyonu olarak değerlendirir. Çünkü Demokratik Modernite sineması aynı zamanda kendisine sınır, göç ve ölüm dayatılan halkların direnişinin, umudunun ve özgürlük arayışının sinemasıdır. Yüzyıllık inkâr ve imha politikalarına rağmen isyan bayrağını elinde taşımış, dilini ve kültürünü koruyabilmiş, kendi diliyle kendi sanatını icra etmekte ısrar eden bir geleneğin direniş sinemasıdır. Xelil Dağ’ın “Kürt sinemacılar yönünü dağa vermelidir” sözü bunu ifade eder. Çünkü dağ Kürt halkının en somut, en gerçekçi özgürlük metaforudur.

     Sonuç olarak 21. yüzyıl, kültür yüzyılıdır ve bu yüzyılda Demokratik Modernite ve Kürt sineması henüz yeterince işlenmemiş bir cevherdir. Ürettikçe kendi sinema dilini yaratacak, her geçen gün kameranın gücünü ve yeteneklerini daha fazla keşfedecektir. Demokratik Modernite sineması “Sanatı, hakikatin estetik ile ifadesi olarak görür” ve Komîna Fîlm a Rojava bu perspektifle üretmeye ve ürettikçe gelişmeye-geliştirmeye devam edecektir.

Yayın Tarihi: 06/05/2024