Reqa’daydım, savaş cephesinde. Yüreğim beni olmam gereken yere getirmişti. 4 yıl süren DAİŞ esareti, 7 bin savaşçı, Êzîdî, Kürt, Türkmen, Arap, Süryani, Türk ve dünyanın birçok ülkesinden gelen enternasyonellerin olduğu büyük cengin parçasıydım. En ön cepheden köylerine kadar dolaştım, savaşçılar taşın tozun toprağın içinde ayağında terlikleriyle çatıştılar ve kazandılar.
Reqa’da ilk kurşun atılmadan Yeni Özgür Politika’daki editörlerime beni cepheye göndermeleri için ısrar ettim, kabul ettiler. Ve Kobanî’den Reqa’ya kadar o uzun savaş yolculuğu başladı. Ama öyle kolay başlamadı. Savaşın yaşandığı bölgeye ulaşmak en az savaşın kendisi kadar tehlikeliydi. Çünkü savaş vardı ve Reqa’ya uçak seferleri yoktu. Bölgeye en yakın havayolu ile ulaşabileceğiniz ülke ise Irak’tı. Karayoluyla ulaşmak aslında kolaydı. Fakat KDP yönetimindeki bölgelerden geçişin olanaksız olduğu günlerdi.
Irak’tan sonra Rojava’ya ulaşmak için saatler sürecek yaya yolculuğuna hazırdım. Aslında Zaxo yakınındaki Sêmalka Sınır Kapısı’ndan dört beş dakikalık bir bot yolculuğuyla veya köprüden geçerek Dicle Nehri’nin karşı tarafında bulunan Rojava’ya geçmek mümkün. Ancak uzun süredir Rojava’ya yoğun ambargo uygulanıyor ve gazeteciler de dahil kimsenin geçişine izin verilmiyordu. Yani teknik ekipmanınız ve kişisel ihtiyaçlarınızdan oluşan 20-25 kiloluk sırt çantasıyla saatlerce yürümeniz gerekiyordu. Tam bir işkence…
Uzun yürüyüşte başka bir gazeteci arkadaşım bana eşlik etmişti. Yolu tamamladığımızda bir an dönüp “Çektiğimiz eziyete, düştüğümüz bu duruma bak! Kendi ülkemde -Kurdistan’da- korku içinde adeta bir mülteci gibi hareket ediyorum” demişti. Durum gerçekten böyleydi. Üstelik, peşmerge veya Türk askeri karakollardan size ateş açabilir ya da pusu kurup tutuklayabilir, belki de öldürebilirdi.
4 yıl süren DAİŞ esareti, 7 bin savaşçı, Êzîdî, Kürt, Türkmen, Arap, Süryani, Türk ve dünyanın birçok ülkesinden gelen enternasyonellerin olduğu büyük cengin parçasıydım. İlk gününden son gününe kadar savaş tanıklık edecek tek gazeteci olacaktım…
Nihayet günler süren bekleyişin ardından yola koyulduk. 5 saat süren araba yolculuğunun ardından boş bir araziye ulaştık. Gece karanlığının çökmesini bekledik. 1 saat boyunca sürülmüş tarlaları aşarak nehre ulaştık. Yanımızda götürdüğümüz şişme botu şişirdik ve üçerli iki grup halinde suyun karşı tarafına geçtik. Yürüyüş esnasında göz gözü görmüyordu. Botu şişirmek, sırtımdaki 20-25 kiloluk ekipmanla sağa-sola yalpalanan botta dengede durmaya çalışmak, kürek çekmek çok yorucuydu.
Suyun karşı tarafında botumuzun yine sessiz ve dikkatli bir şekilde havasını indirdik. Şimdi daha zor bir yürüyüş başlıyordu. Yaklaşık 3 buçuk saat, yüksek tepeler, dar geçitler, bataklık, sazlıklar ve kayalıklar aşmamız gerekiyordu. Üstelik bu kez kontrol noktalarına çok yakın güzergâhtan geçecektik. Kör karanlıkta beliren iki araç bizi karşıladı. Sevinçle bize sarıldılar.
***
Reqa'dayım...
5-6 saatlik yolculuğun ardından nihayet Reqa cephesine ulaşmıştım. Susuzluktan, yorgunluktan yol boyunca baş dönmeleri, göz kararmaları geçirsem de yüreğim beni olmam gereken yere getirmişti. Artık savaş cephesindeydim. Tüneller, mayınlar, tuzaklar ve daha fazlası… En önemlisi de canlı kalkan olarak kullanılan siviller; çocuklar ve kadınlar. 4 yıl süren DAİŞ esareti, 7 bin savaşçı, Êzîdî, Kürt, Türkmen, Arap, Süryani, Türk ve dünyanın birçok ülkesinden gelen enternasyonellerin olduğu büyük cengin parçasıydım. İlk gününden son gününe kadar savaş tanıklık edecek tek gazeteci olacaktım…
Defalarca ölümle karşılaştım. Savaş muhabirliği aslında sadece kurşunların sıkıldığı çatışma anlarında görüntü almakla olmuyor. İlk-yardımı bilmelisiniz; mayınları, tuzakları tanımalısınız, bir keskin nişancının stratejisini anlayıp kaçış yolunuzu belirleyecek kadar deneyimli olmanız gerekiyor ya da havan düştüğünde ne yapmalısınız?
Zaman zaman dinlenmek için arka cephelerde konaklıyor ve arka cephelerden ön mevzilere giderek haberlerim için materyaller topluyordum. Bir Ağustos günüydü, taşları yakan güneşin tepede olduğu öğle saatlerinde ön mevzilere gitmek için harekete geçtim. Semra bölgesinden Reqa şehir girişine bağlanan köprüye varmak üzereydim. QSD güçlerinden Arapça konuşan iki savaşçı araçla durdu. Konuşmaya başladılar ama ben ne Kürtçe ne Arapça biliyordum. El kol işareti, vücut diliyle ve birkaç Kürtçe kelime konuşarak beni götürmelerini istedim. Aracın arka tarafına çıktım. Savaş bölgesi olduğu için çok hızlı ilerleyen araçların arka kısmında sesinizi duyuramadığınız için aracın tavanına elinizle vurmanız gerekiyor; bu durumda sürücü ineceğinizi anlıyor, yavaşlayıp güvenli bir noktada sizi bırakıyor.
İnmem gereken noktaya vardığımızda aracın tavanına vurmaya başladım, sürücü kafasını camdan çıkararak bana baktı, bir şeyler söyledi, hiçbir şey anlamamıştı. Defalarca aracın tavanına elimle sertçe vursam da yavaşlamadı ve beni çatışmaların olduğu en ön mevziye kadar götürdü.
Elimle burnuma dokunup yerinde mi diye kontrol etmiştim. O iki saniyelik bir duraksamadan sonra bir kurşun da Nazım’ın neredeyse ayak ucuna denk gelecek şekilde zemine isabet etmişti. Anında birkaç adım geri atarak keskin nişancının görüş açısından çıktık ve en yakın YPG noktasına doğru koştuk.
Hazırlıksızdım ve ne yapacağımı bilmiyordum, bu telaş esnasında kendi noktalarından bir grup savaşçı bizi karşılamış ve ‘Basincî! Basincî!’ [Basıncı] diye seviniyorlardı. O karmaşada beni, hiç farkında olmadan düzenledikleri saldırıya katmışlardı. Kendimi çetelere karşı ciddi bir çatışmanın en ön mevzisinde bulmuştum. Hemen kameramı elime alarak işe koyuldum. Bu tesadüf sayesinde Reqa savaşını anlatan, en sıcak çatışmaları yansıtan fotoğraf ve görüntüleri yakalamıştım.
Çetelerin imha edilmesi ve saldırının başarıyla sonuçlanmasının ardından grubun hareket noktasına geri döndüğümüzde, telsiz aracılığıyla cephenin doktoruyla bağlantı kurmalarını istedim. O Türkçe de biliyordu. İlk aklıma gelen doktor olmuştu, zaten o günlerde ilk-yardım noktasında gecelerimi geçiriyordum ve doktora Türkçe seslenerek ona kaybolduğumu söyledim, o da savaşçılara yarı Arapça yarı Kürtçe beni geri getirmelerini söyledi. Savaşçılar bana özel bir tas menemeni çoktan hazırlamışlardı bile, ekmeklerimizi paylaşarak yemeğimizi yedikten sonra beni geri götürdüler.
Yaşadığım bu tesadüflerle dolu günü ve orada edindiğim güzel dostlukları asla unutamam, daha sonraki günlerde ne zaman güvenlik desteği ve ulaşım istesem hemen yardımıma koşan Heval Delil’i bu şekilde tanımıştım. Heval Delil maalesef Efrîn savunmasında şehadete ulaştı.
Ölümle burun buruna
Reqa şehir merkezini sarmalayan tarihi sur duvarları artık aşılmış ve QSD güçleri şehir merkezinde ilerleyişe geçmişti. Savaşın 59’uncu günüydü. QSD güçleri haftalar öncesinden özgürleştirilen mahallerde temizlik operasyonu yapmıştı. Bende defalarca yürüdüğüm Reqa’nın doğu cephesindeki mahalleri öğrenmiş ve özgürleştirilen bölgelerde yaya olarak ilerliyordum. Bu yollardan geçerken de buralarda konuşlanmış YPG ve YPJ’lileri ziyaret ediyor röportajlar yapıp kentin içinden görüntüler servis ediyordum.
Sabahın erken saatleriydi. DAİŞ’e karşı mücadeleyi ilk gününden beri takip eden ve cephe cephe dolaşan birkaç gazeteciden biri olan arkadaşım Nazım Daştan’la daha önceleri kontrol edilmiş ve ciddi bir tehlikenin olmadığını bildiğim bir güzergâh seçerek, ön mevzilere doğru harekete geçtik. Güvenli olduğunu düşündüğümüz yoldan geri dönmeye karar vermiş ve haberlerimizi tamamladıktan sonra yola koyulmuştuk.
Reqa’ya ilk geldiğimde, ‘nasıl terlikle savaşabiliyorlar’ diye çok garipsemiştim. Ama şimdi anlıyorum, Reqa’da terlikle savaşılır. Reqalı Muhammed, terliğinin bağcığı koptuğu için üç hafta boyunca çıplak ayakla savaştı.
Yolun yarısından fazlasını tamamladığımız bir mahalle arasında ilerlerken bir keskin nişancının mermisinin sıcaklığını burnumun ucunda hissettim. Elimle burnuma dokunup yerinde mi diye kontrol etmiştim. O iki saniyelik bir duraksamadan sonra bir kurşun da Nazım’ın neredeyse ayak ucuna denk gelecek şekilde zemine isabet etmişti. Anında birkaç adım geri atarak keskin nişancının görüş açısından çıktık ve en yakın YPG noktasına doğru koştuk. Noktaya vardığımızda telaşla içeri girdik ve hemen bulunduğumuz yeri ve kurşunun muhtemel çıkış noktasını aktardık. Önce bize inanmadılar, şaka yaptığımızı söylediler buranın günler önce özgürleştirildiği ve temizlik operasyonun yapıldığını söylediler. Birkaç dakika sonra olayı aktardığımız savaşçı noktanın kapısına çıktı ve keskin nişancı onu da hedef aldı. Kısa bir planlama yapıldı ve belki tünellerden o noktaya ulaşan bir çete olabileceği konusunda hemfikir olduk, defalarca noktadan çıkmaya çalışsak da çete her defasında bizlere mermi yağdırarak hareket alanımızı kısıtlamıştı. Yaklaşık 3 saat burada kısılıp kalmıştık, en son olarak çareyi zırhlı aracın bize ulaşmasını beklemekte bulduk. Zırhlı araç bizi almaya geldiğinde de defalarca araca girişimiz esnasında ateş açıldı. Araç bizi güvenli bölgeye götürdüğünde ise çetenin imha edildiği haberi bulunduğumuz noktaya bizden önce gitmişti.
Çıplak ayakla savaştılar
QSD güçlerinin bileşenleri olan yerel güçlerin savaşçıları ise terlikle savaştı, gelenekleri böyle... Ayakkabı giyeni çok az; taşın, tozun, toprağın içinde terlikleriyle koştular, çatıştılar.
Reqa’ya ilk geldiğimde, ‘nasıl terlikle savaşabiliyorlar’ diye çok garipsemiştim. Ama şimdi anlıyorum, Reqa’da terlikle savaşılır. Reqalı Muhammed, terliğinin bağcığı koptuğu için üç hafta boyunca çıplak ayakla savaştı. Daha iyi anlamıştım bu savaşın neden destansı olduğunu. Çünkü yürekleriyle savaştılar…
Uzun boylu, saçı sakalı birbirine karışmış bir çete görmüştüm. QSD güçleri canlı ele geçirmişti, omuzunda küçük bir yarası vardı. Bulunduğum ilk-yardım noktasına getirilmişti. Gerekli müdahalenin yapılmasının ardından ona birkaç soru yöneltme imkânı buldum. Bu DAİŞ’li Türk’tü.
Şimdi asıl meseleye gelelim… Yok ABD, tanklar, füzeler vermiş; yok koalisyon QSD’nin silahlarını baştan sona yenilemiş. Aslında cephede savaşanların bu tür haberlere, yorumlara ne ayıracak vakitleri oldu, ne de itibar ettiler bu dedikodulara. Onlar topraklarını savundular, özgürleştirdiler. En ön cepheden Reqa’nın köylerine kadar dolaştım; bu insanların yürekleriyle savaştıklarına tanık oldum.
Evet, koalisyon savaş uçakları 14 km öteden Reqa şehir merkezine saldırılar düzenledi, zaman zaman bombardıman da yaptı. Ancak yalınayak, terlikleriyle savaşan gençleri gördükten sonra, ‘ABD destekli QSD’ söyleminin bir ABD rüyasından öte anlamı yok!
Onlarca çete gördüm
En çok merak edilen bir diğer konu ise canlı çete gördüm mü? Onlarca! Hatta Reqa cephesinde DAİŞ’e 50 metre yaklaşıp gizli bir şekilde görüntüler çekerek canlı kalkan olarak kullandıkları siviller ile hareketlerini görüntüleyen ilk ve tek gazeteciyim. Uzun boylu, saçı sakalı birbirine karışmış bir çete görmüştüm. QSD güçleri canlı ele geçirmişti, omuzunda küçük bir yarası vardı. Bulunduğum ilk-yardım noktasına getirilmişti. Gerekli müdahalenin yapılmasının ardından ona birkaç soru yöneltme imkânı buldum. Bu DAİŞ’li Türk’tü. Sürekli yaptıklarından büyük pişmanlık duyduğunu göz yaşlarıyla tekrarlıyordu. Yaralanmasının ardından QSD’lilerin onu öldürmeyeceğini bildiği için teslim olmayı tercih ettiğini söylemişti.
***
Heval Akif: Cephenin Doktoru
Yaşanan tüm acılara bire bir tanıklık eden cephelerin doktoru Heval Akif’in sesini hiç duymadık. Dünyanın en fedakar insanlarından biri olan Heval Akif’i ekranlarda hiç görmedik. Kamera gördüğü zaman önüne geçmek yerine işini yapmaya devam etti. Zaten savaşın çılgınlığına kapılan ana akım basın onun emeklerini göremedi, dünyaya gösteremedi. Heval Akif hemen hemen her şehidi kendi elleriyle araçlara yerleştirdi, yüzlerce yaralıya müdahale etti. Heval Akif’in yaralarını sardığı, hastalıklarına çare olduğu sivillerin hesabını tutmaksa imkansızın imkansızı.
Elektriksiz, susuz kaldı; hiçbir zaman yeterli ekipmanı ve ilaçları olmadı, yardımcılarının sayısı hiç yetmedi ama Heval Akif üzeri sac plakadan oluşan, 4 kısa demir çubuk üzerinde onlarca göğüs açıp içinden mermiler çıkardı. Sağdan soldan bulduğu metal veya tahta çubuklarla kırık kemikleri sardı. Taştan kapı önlerinde kalp masajı ile onlarca savaşçıyı hayata döndürmeye Heval Akif hep devam etti. Sadece kurşunlanmış vücutlar, yanmış cenazeler, parçalanmış kol bacaklar değil, Heval Akif ayrıca çürük dişleri de çekti, hastalanan yavrucaklara da çare oldu...
Heval Akif’in kucağında yüzlerce şehit son nefesini verdi ama o hiç durmadı. Bazen bir araçtan 5 yaralı indirilirdi Heval Akif’in önüne. Birisine kalp masajı, diğerine tampon, bir diğerine serum, diğerinin iğneyle yarasını dikerdi. Cephenin doktoru Heval Akif Reqa’da geçirdiğim süre içerisinde beni derinden etkileyen en önemli isimlerden biri oldu.
***
Cephenin sevgi dolu yürekleri
Şengal Soykırımı’nın planlaması Reqa’da yapılmıştı. Şengal’e saldıran çeteler yine Reqa’da Êzîdî kadınları pazarlarında satışa getirmişti; bir o kadar Êzîdî kadın savaş sırasında Reqa’da esir tutuluyordu. Bu yüzden Şengal Êzîdî kadın ordusu YJŞ’nin Reqa cephesinde en ön saflarda DAİŞ’e karşı savaşması tarihe geçen önemli olaylardan biri oldu. YJŞ’li savaşçılar arasında çetelere esir düşen ve Reqa’da satılan, daha sonra kurtularak YJŞ’ye katılan ve hem kendi halkının hem de yaşadıklarının intikamını alan savaşçıların bulunması cephede ayrı bir moral ve motivasyondu. Cepheye ulaştıkları gün YJŞ’liler tam bir bayram havasıyla karşılanmıştı. YPJ’li kardeşleri ile omuz omuza DAİŞ’e karşı intikam savaşında dünyanın örnek alması gereken bir zafere imza atan YJŞ ve YPJ’li savaşçılar cephenin her zaman gülen gözleri ve sevgi dolu yürekleri oldu.
Kobanî direnişi sırasında da Kürt kadın özgürlük savaşçıların zaferleri, dünya kadınlarına da örnek oldu. Almanya, İsviçre, Fransa, İngiltere, Kanada, İspanya, Amerika başta olmak üzere birçok ülkeden kadın savaşçılar YPJ’ye katıldı. Savaşın gerçek yüzünü gören ve direnirken yaralı arkadaşlarını sırtlarında taşıyan YPJ’lilerin hiçbiri aslında Batılı basının gösterdiği gibi popülizm peşinde değildi.
Enternasyonalist taburu
Rojava Devrimi süresince dünyanın birçok ülkesinden yüzlerce devrimci insanlık mücadelesinde Kürtlerin yanında olmak için Rojava’ya akın etmişti. İngiltere DAİŞ’in cepçisi Erdoğan’a silah sattı, kanlı pazarlıklar yaptı. İngiliz anarşistler ise Rojava topraklarında DAİŞ’e karşı savaştı. ABD ‘yanlışlıkla’ DAİŞ bölgesine silah ve mühimmat bıraktı ama ABD’li gençler YPG saflarına katıldı. Alman tüccar Merkel cebini doldurmak için her şeyi yaptı. Alman aktivistler ise DAİŞ’e karşı en ön cephede savaştılar. İsveç dünya kan ağlarken iki nokta virgülü bir araya getirip de bir açıklama yapmadı. Ama İsveçli gençler cepheye koştu. Suya sabuna dokunmadı Kanada ama Kanadalı YPG-YPJ’liler DAİŞ’in korkulu rüyası olan keskin nişancılar oldu hep. Katalanlara, Basklara, Galiçyalılara zulmetmekten başka bir işe yaramayan İspanya’nın aklı beş karış havadayken İspanyol anarşistler enternasyonalist taburu kurdu. Çok ulusluluğun rengini yakalayan Enternasyonalist YPG’lilerin aynı amaç için çalıştıklarına tanık olduk. Hem saldırı gruplarında DAİŞ’e karşı savaşarak hem de arka cephelerdeki güvenliği sağlama konusunda YPG Enternasyonalist Taburu büyük görevler üstlenmişti.
***
Firaz…
Reqa savaşı öncesinde buraya benim de gelmek istediğimi biliyordu Firaz (Mehmet Aksoy). Önce ben, sonra Firaz Süleymaniye’ye ulaştık. Rojava topraklarına geçmek için bir süre bekledik. Birbirimizi burada hiç görmedik. Sürekli telefon üzeri iletişim kuruyor, Rojava’ya geçmek için nasıl sabırsızlandığımızı anlatıyorduk birbirimize. Benim için gün gelmişti. Zorlu bir yolculuğun ardından devrim topraklarına ulaştım ve buradan da Reqa cephesine. Cepheye ulaşır ulaşmaz işe başladım. Haber göndermek için internet bulduğum her an Firaz’la da iletişim kurdum. Kısa bir süre sonra Firaz da Hesekê’ye ulaşmayı başarmıştı. YPG basın biriminin ana merkezine gitmişti. Üniformasını almış, kameralarını hazırlamıştı. Cepheye gelmesi için çok ısrar ediyordum. ‘Biz daha senin girdiğin yerlere giremiyoruz’ dediğinde, aslında sadece beni onore etmeye çalıştığını biliyordum. Firaz’a, Reqa mevzilerinde birlikte halaya duracağımızı, faşizmin inadına, çetelerin başkentinde zafer şarkıları söyleyeceğimizi anlattığımda sevinmişti. Bu hayalimiz gerçekleşmişti. Firaz mevzilerden koşarak geliyordu, birbirimize sarıldık ve Reqa mevzilerinde Firaz’la halaya durduk.
Beş günlüğüne Avrupa’ya dönmek zorundaydım. Yola çıkmadan sıkıca sarıldık, bana vedalaşmaları sevmediğini söylemişti. Bu son sarılışımız olmuştu. Yola çıktım, geri döneceğimin sözünü vermiştim. Beni bekleyeceğini, Reqa’nın özgürlüğüne birlikte tanıklık edeceğimizi söylemişti. Tekrar Rojava’ya gelişimde, Reqa’ya 20 kilometre kala acı haberi almıştım. Sabahın erken saatleriydi, Şengalli kadın savaşçıların feryadı yükseliyordu, Firaz şehit düşmüştü…
Yayın Tarihi: 15/05/2024