Özgürlük Hareketinin bir sınıf hareketi olmasının sebebi öznelerinin yoksul köylü, kent yoksulları ya da proletarya olması değil, sınıfı bizzat kapitalizmin/sömürgeciliğin can damarlarına vurarak sınıfı/ları içeriden kurmasından dolayıdır.
DEVRİM VE DEVRİMCİOLUŞ
Devrimcioluş, devrimciliği devrimin dışına iten modernist sol yaklaşımları eleştirerek modernist solun devrim kavramının artık devrimciliği içermediğini iddia eder. Bu stratejik itirazın tarihsel/deneyimsel dayanağını şuradan kurar: Modernist solun tarihi aynı zamanda moleküler direnişin molar bir iktidarlaşmaya ve donmaya dönüşmesinin de tarihidir! Devrim kavramı Modernist Marksizm’in elinde hümanizme, melankoliye, romantizme ve belleğin dehlizlerine o kadar gizlenmiştir ki devrimcioluşların kurmak zorunda olduğu ittifaklar imkânsızlaşmış ve modernist sol, praksisini üretemez hale gelmiştir. Solun bu kadar eylemsizleşmesinin nedeni, tam da bu belleğin dehlizlerinde güzellemelerle oluşan devrim kavramını saf, pür, pürüzsüz bir tarihselliğe sabitlemiş olmasıdır. Oysa devrimcioluş her kavramı olduğu gibi devrim kavramını da çamura bata çıka, kirlene kirlene bir fark olarak üretir. Tıpkı Nietzsche’nin ebedi dönüşü, aynının değil farkın dönüşünü güç istenci olarak kurması gibi. Dolayısıyla paradigma hiçbir kavramın mutlak olarak çalışamayacağını, kavramın da bir oluş halinde var olduğu gerçeğinden hareket eder.
Özgürlük Hareketinin bir sınıf hareketi olmasının sebebi öznelerinin yoksul köylü, kent yoksulları ya da proletarya olması değil, sınıfı bizzat kapitalizmin/sömürgeciliğin can damarlarına vurarak sınıfı/ları içeriden kurmasından dolayıdır.
EKONOMİ VE TOPLUMSAL İLİŞKİLERİN KARŞILIKLI ETKİLEŞİMİ:
Demokratik Modernite tezi, Marksizm’in en başat tartışma konusu olan ekonomik ilişkiler ile toplumsal ilişkiler arasındaki ilişkiyi bambaşka bir mecraya çekerek karşılıklı belirleme ve etkileşimlerden ziyade belirlenimi direnişin hakikati olarak yaratmaya çalışır. Özgürlük Hareketi, hakikati belirlemekten ziyade belirlenimin kendisini inşa eder. Tam da bu noktada Kapitalist Moderniteye karşı Demokratik Moderniteyi sömürgeleştirme arzusunun karşısında konumlandırır. Demokratik Modernite belirlemez ama belirlenimi inşa eder, göstermez ama gösterge üretir. Toplumsal ilişkileri tamamıyla ekonominin içine gömen indirgemeci tarzı eleştirerek ekonomi ve toplumsal ilişkilerin karşılıklı etkileşimini ve ilişkiselliğini savunur. Bu yönüyle Demokratik Modernite tezi, ekonomi/politiğe karşı etik/politik bir itiraz olarak okunabilir.
MARKSİZM / MODERNİZM İLİŞKİSİ
Modernist Marksizm, kapitalizmin 600 yıllık kurucu dinamiğini göz ardı ederek kapitalizmi analiz eder ve bu analizi ekonomi-politik eleştirinin temeli olarak belirler. Demokratik Modernite, kapitalizmi başat denilen çelişki üzerinden değil kurucu dinamikleri ile analiz eder. ‘Tarihin ilk sömürgesi kadınlar’ analizi, Demokratik Modernite tezinin ana omurgasını oluşturur. Sınıf kavramının artık bir durumu, bir varlığı, bir topluluğu ifade etmediğini ve sınıfı kuran şeyin tam da sınıf mücadelesi olduğundan hareket eder; tıpkı Kürtlüğü kuran şeyin Kürt direnişi olması gibi. Dolayısıyla bu saptama, Modernist Marksistlerin sınıfın sınıf mücadelesinden önce geldiği tezine bir itirazdır. Paradigmanın buradaki farkı şudur: Politika varlığı önceler, dolayısıyla direniş varlıktan önce gelir. Bu yönüyle Özgürlük Hareketinin bir sınıf hareketi olmasının sebebi, salt iktisadi kategorilerle çalışmayan ve birbirine içkin olan Sömürgecilik ile Kapitalist Modernitenin can damarına karşı saldırı hatları kuran bir mücadele içinde inşa edilen bir sınıfsızlaşma üretmesidir.
Örneğin beyaz, Avrupalı, erkek, heteroseksüel, yetişkin kategorileri sömürgeleştirme pratiklerinin dispozitifleridir. Bu topraklarda Kürt, Ortadoğulu, kadın, LGBT birey, çocuk, göçmen kategorileri bir oluş düzleminde kapitalizme karşı direniş dinamikleri haline geldikçe azınlık-oluş üretebilirler. İşte sınıfı kuran temel dinamik de tam olarak budur! Politikanın varlığı öncelediği tezi, Platon’dan Hegel’e kadar batı felsefe geleneğine bir saldırıdır ve Demokratik Modernite tezi, bu yaklaşımında teorik alet çantasına Spinoza, Nietzsche, Foucault ve Deleuze’yi de alır. Hatta Fanon’u akademik düzlemden çıkarıp bizzat barikatın önüne koyarak ona savaşmayı ve sömürgesizleştirme pratiğini mücadelenin içinden öğretir! Özgürlük Hareketinin bir sınıf hareketi olmasının sebebi öznelerinin yoksul köylü, kent yoksulları ya da proletarya olması değil, sınıfı bizzat kapitalizmin/sömürgeciliğin can damarlarına vurarak sınıfı/ları içeriden kurmasından dolayıdır. Paradigma, özgürleşme ve toplumsallaşma gibi kavramları antikapitalist/antisömürgeci bir direnişin içinde inşa ettiği için bu kavramlar Marksizm’in kavramlar setine dâhildir. Bütün dünya sosyalist hareketlerini derinden etkileyen ve tam bir devlet teorisine dönüştürülen Alman, Çin ve Rus Marksizmin’ine karşı devlet dışı bir çözüm olanağını yaratarak sınıf özcülüğünden kurtarılmış bir Marksist çizgiyi savunur. 1800’lerin sonundan itibaren, aşınan, form değiştiren, başkalaşan ve Marksistler tarafından belli bir tarihselliğe sabitlenen sınıftan ziyade mücadele içinde sınıflara dönüşen toplulukları kurucu devrimci özneler olarak görür.
Habermas’ın tamamlanmamış ama mükemmelleşebilecek dediği Modernite için Negri bugün yaşanan bütün yapısal krizlerin temel sebebi der ve Habermas’ı bu belirlemesinden dolayı ahmaklıkla suçlar. Modernizmden sömürgecilik, kapitalizm, patriyarka, ırkçılık ve emperyalizmi çıkardığında geriye ne kalır? diye sorar! Fakat şu yanılgıya da düşmez: Modernizmin kökten bir reddi bizi çok daha iyi bir yere götüremeyecektir! O yüzden modernitenin bütün mirasını ret etmek değil onun içinde gömülü olan demokratik ve devrimci özü büyütüp kapitalist moderniteye karşı demokratik moderniteyi geliştirmeyi esas alır. Demokratik Modernite, anti-modernist değildir. Anti-Modernite, Moderniteye içkindir. Demokratik Modernite, Modernitenin iktidar ilişkilerinden bir kopuşa karşılık gelir. Bu kopuş, bir karşıtlığa değil komünalizmin ortak varoluşunun kurucu bir pratiğine göndermedir.
MİLLİYETÇİLİK, SÖMÜRGECİLİK VE DEVLET
Ulusal sorunu salt ulusların kendi kaderini tayin hakkı bağlamından çıkararak sınırları son derece belirsiz olan ulusun içindeki farklı toplumsal yapılarını, direniş dinamiklerini ve çoklu çatışkı alanlarını mücadeleye davet eder. Bir insanın hem Kürt hem Alevi hem mülksüz hem mülteci hem proleter hem de kadın olması durumunda mücadele alanları arası öncelik sonralık ya da hiyerarşik değer farkını değil bütün mücadele alanlarının bileşikliğini ve eşzamanlılığını savunur. Yani ya üzerinden atlanmış ya da devrim sonrasına ertelenmiş birçok çatışkıyı, çelişkiyi ve durumu bizzat devrimci mücadeleye içkin kılar. Oradan ilerleyerek ulus devletin ‘devlet eksenli ulusallaşması başta olmak üzere’ kapsamlı bir eleştirisi üzerinden konfederal halklar birliğinin zorunluluğuna varır. Ezilenlerin kendi mücadelelerini salt kimlik eksenine hapsetmelerinin bütün tehlike ve tuzaklarına karşı uyarıcı bir yerde konumlanır. Kimlikler arası değer hiyerarşisini ret eden paradigma, devrimci politikanın kimlikten başladığını ama orada sabitlenmiş bir kimlik mücadelesinin de zamanla iktidarcı bir karaktere bürünmekten kaçamayacağını savunur. Çünkü her ayırım bir dışlamayı her dışlama bir hegemonya yaratır!
ÖZGÜRLÜK VE KURTULUŞ ARASINDAKİ PARADİGMATİK FARK
Politik olanı iktidar perspektifi üzerinden okuyan Modernist Marksizm, özgürlük kavramından ziyade kurtuluş kavramıyla düşünmeye daha yatkındır. Türkiye Solunun uzun yıllardır Filistin Sorununa Kürt Sorunundan daha odaklı ve ilgili olmasının sebebi sadece ‘Sömürge Ulusun Ayrıcalıklı Bireyleri’ olmaları değildir. Ulusal kurtuluş meselesine ulus devlet paradigması içinden bakan sol için kurtuluş özgürlükten her zaman önce gelmiştir. Oysa Demokratik Modernite paradigmasının özgürlük stratejisi, ulus devlet paradigmasına karşı kökensel bir itiraz üretir. Demokratik Modernite özgürlüğü antikapitalist mücadeleye dönüştürmüştür. Bu görmeme halinin kökeninde /niyetten bağımsız/ doğru yerden bakamama sorunu yatar.
JIN JIYAN AZADÎ / JİNEOLOJİ / KADIN-OLUŞ
‘İçimdeki erkeği öldürdüm’ çıkışı hem tarihsel hem de güncel olarak kapitalizmin bir sömürgeleştirme pratiği olarak inşa edip ikili bir çatışmaya sıkıştırdığı kadın erkek düalizmine karşı bir itirazdır. Türkiye’deki feminist hareketin cinsiyet sorununu büyük oranda ‘biyolojik alana sıkıştırmasının özgürleşme yerine katı bir özcülük ve içe bükülmeyi yaratacağı gerçeğinden hareket eden paradigma, erkekliğin aynı zamanda kapitalist kurucu özne olduğunu savunur. Devletin bile Kürt Hareketini bir kadın hareketi olarak tanımlarken batılı beyaz feminizmin Kürt kadın hareketine burun kıvırması ya da görmezden gelmesi tam da Kürt Kadın Hareketinin devrimci özünden ve batı merkezinin çeperinde ortaya çıkmış olmasından kaynaklıdır. Çünkü bir beyaz için devrimcioluş en büyük risk alanıdır. Paradigma, sorunun biyolojik olarak erkek meselesi değil kadını sömürgeleştiren kapitalist erkeklik meselesi olduğu gerçeğinden hareket eder. Dolayısıyla Deleuze’nin deyimiyle ‘sadece erkekleri değil kadınları da kadın-oluşa’ dâhil eden bir durum ortaya çıkmıştır. Bu anlamda Özgürlük Hareketi Ortadoğu’nun erkek devrimcilerinin özgürleşme ve direniş serüvenini de doğrudan yaşama içkin hale getirmiştir. Jineoloji, direnişin içinden örüldüğü için temsil ile çalışmaz. Özü değil, göstergeleri üretir. Bu semiyolojik bir ilişki değil semiyotik bir ilişki modelidir. Semiyoloji, çoklu göstergeleri tek bir gösteren etrafında örgütleyen yapısalcı bir model iken semiyotik ilişki hiçbir şeyi göstermez; gösterme yerine dinamik ve sürekli bir gösterge üretmeyi esas alır.
ULUS VE HALK KAVRAMLAŞTIRMASI:
Dil, tarih, kültür ve coğrafik aynılık üzerinden tanımlanarak sınırlandırılan klasik ulus kavramının yerine demokratik ulus kavramını direnişin içinden üreten paradigma, var olan bir halka değil sürekli oluş halinde olan ve klasik anlamda var olmayan bir halka çağrı yapar. Halk kavramını, solun çeşitli güzellemeler yaptığı ve devrimin katalizörü olarak kodladığı, sınırları belli olmayan bir toplumsal kategori olarak ele almaz. Özgürlük Hareketi hiçbir zaman ulus meselesini ortak bir coğrafi bölge, dil ya da kültür birliği bağlamına sıkıştırmamıştır. En büyük başarısı Kürdistan’ı ‘heryerleştirmiş’ olmasıdır. Kapitalist Modernitenin kurucu dinamiği olan sömürgeciliğe doğrudan saldıran bütün toplumsallıkları demokratik ulusun bileşenleri olarak değil her birini özerk bir devrimci kurucu özne olarak kodlamıştır. Demokratik Modernite ve Demokratik Ulus kavramsallaştırmasını sadece Kürtlere değil direnişin içinden öbek öbek örerek dünyanın bütün ezilenlerine armağan etmiştir.
Kendi dışındaki bütün farklılıkları dışlayan ulusu, bir iktidar kümelenmesi olarak inşa edilmiş olan devleti, askeri ve sivil bürokratik bir aygıta dönüşen bir cumhuriyeti demokratikleştirmenin yolunun güçlü bir toplumsal müdahale olduğunu savunan paradigma kurucu özne rolünü öncü bir partiden ziyade toplumun demokratik modernite güçlerine devretmeyi esas alır. Bu yönüyle demokratik modernite ulus devleti ele geçirmeyi değil, güçlü bir toplumsal müdahale yoluyla iktidar perspektifini içermeyen komünal bir demokratikleşme stratejisini esas alır. Çünkü çoğunluğun değil, çokluğun paradigmasıdır.
İnsanı varoluşun merkezine yerleştiren hümanistik anlayışın ya da klasik halk güzellemelerinin yerine insan ile doğa ve insan ile toplum arasında bozulan ilişkinin devrimci bir müdahale olmadan gerçek bir etik/politik düzleme oturmayacağını savunur. Bunun yanında Fanon’cu bir tarzda halk gerçekliğinin de kapitalist sömürgeci sistemler tarafından nasıl tahrip edildiğini, sömürge bireyinde ortaya çıkan kültür ve kişilik yarılmasına karşı devrimci bir kurucu kültür önererek ciddi çözümlemelere gider. Kimliğin sömürge bireyi tarafından bir eksiklik endişesi ve kendini üst kimliklerin arasında bir kara leke olarak gören kompleksine karşı ‘özgürleşen güzelleşir’ kuralını devrimci bir zorunluluk olarak ortaya koymuştur. Kurucu devrimci şiddeti tam da buradan olumlar ve meşrulaştırır.
TARİH
Tarih, egemenlerin ve modern dönemde ulus devletin bakışı ile üretilmiş bir anlatıdır. Ontolojik olarak devrimciler ve göçebeler tarih yazmazlar; onlar bizzat mekânı ve zamanı yeniden yaratırlar. Klasik Marksizm’in teleolojik ve yukarıdan tarih yazımına karşı önerdiği aşağıdan tarih yazımı modernizmin yarattığı bir başka düalizmdir. Marksist külliyatın içinden tarih yazımını öneren Traverso bile aşağıdan tarih anlatısının teleolojik olmadığını ispat etmek için melankoliye, romantizme ve belleğe sığınmak zorunda kalır. Örneğin Hegel’in Greklerle başlatıp Napolyon ile sonlandırmak istediği Evrensel Tarih(?) aslında merkezi uygarlığın tarihidir. Demokratik Modernite paradigması Batı tarihçiliğine karşı demokratik uygarlık felsefesinden damıtılmış yeni bir toplumsal tarih okuması önerir. Özgürlük Hareketinin tarih anlatısında melankoli ve yengi/yenilgi diyalektiğinin yerine özgürleşme pratiklerinin zamanı nedenselliklerden, kronolojiden ve belirlemelerden kurtarma müdahalesi söz konusudur. Yeni bir zamansallık üretir. Negri buna devrimin zamanı Kairos, Deleuze Aion, Foucault ‘şimdinin ontolojisi’ der. Özgürleşmenin, kadınoluşun, Kürtoluşun tarihini yazamayız ancak ‘şimdi ve burada’yı yazabiliriz. Çünkü tarih Şimdi’dir! Tek bir şartla: Geçmiş, şimdi ve geleceğin teleolojisi olarak değil, sadece bugüne içkin bir direniş olduğu için. Tarih şimdi olduğu için yazılamaz!
EKOLOJİ VE ZAMANSALLIK
Ekolojiyi salt bir çevre hareketine indirgeyen burjuva kavrayışa ve uzun bir tarihsel kesitte endüstriyalizmi ve eko-kırımı tedrisatına dahil etmemiş olan dünya soluna karşı anti endüstriyel dolayısıyla antikapitalist yeni bir yaşam formu önerir. Toplum, doğa ve insan arasındaki bozulmuş ve parçalanmış ilişkiyi tersyüz ederek toplumsal ve bireysel zamanı doğanın/evrensel zamanın altına çeker. Zamanı doğum ile ölüm aralığına sıkıştıran modern akla karşı evrensel zamanın parçası olduğumuz gerçeğinin bir anti hümanizm değil tam da hümanistik bir hakikat olduğunu savunur.
Modernizm, doğa-insan, doğa-kültür, doğa-toplum düalizmlerini esas alır. Demokratik Modernite Paradigması bu düalizmleri bir iktidar paradigması olarak çözümler. Çünkü iktidar pratikleri tüm düalizmelerde olduğu gibi burada da tahakküm ve mülkleştirme işlevi görür. İnsan merkezci bu paradigma, doğayı, insanın hükmetme arzusunun nesnesine dönüştürmüştür. Bu şekilde düalizm, dispozitif bir tertibat gibi yani nesneleştirme, homojenleştirme, arıtma ve mülkleştirmenin tertibatı gibi çalışır. 17. yüzyıla damga vurmuş filozoflardan biri olan Bacon, doğayı kadınsı bir şey olarak düşünmüş ve bilimin görevinin bu kadın üzerinde bir erkek tahakkümü kurması olduğunu söylemiştir. Demokratik Modernite, hümanistik felsefe bağlamında asıl meselenin hiçbir zaman insanı sevmek olmadığını çok iyi bilir!
DİYALEKTİĞİ KİM İSTİYOR?
Diyalektik sanıldığının aksine bir toplumsal sahanın analiz yöntemi değil bir homojenleştirme pratiğidir. Demokratik Modernite, Nietzsche’nin ağzıyla sorar: Diyalektiği kim istiyor? Sorunun yanıtını kim cevaplarsa cevaplasın sonuç değişmez: Bunu isteyenler her zaman sınıflı ve devletli toplumun hem özneleri hem de temsilleridir. Diyalektiği, sapmadan, farktan, temsile gelmeyenden korkan kişi ister. Kapitalizm, yerliyurtlulaştıramadığı, içselleştiremediği ve devletin kapma aygıtının içine çekemediği akışlar nedeniyle öznellik krizine girer. Modernist Marksizm’in diyalektiği bu kadar yüceltmesinin sebeplerinden biri daha önce de söylediğimiz sol melankoli ve romantizmdir. Felsefenin diyalektikleştirilmesine karşı alter-modernite, felsefeyi bir cüret üretme pratiği olarak görür. Devrimci felsefe bir cüret üretme pratiğidir. Direnişi, umudu diyalektik bir beklentiye ve melankoliye, dahası bir zihinsel duruma indirgeyen modernist paradigmaya karşı Demokratik Modernite için umut, geçmiş ve gelecek arasında sıkışmış bir şimdinin olumsuzlanması değildir. Umut bir ütopyacılık değildir. Bu anlamda ütopya her zaman bir distopyayı da içinde barındırır. Umut, bugüne içkin direnişlerimizin olumlanmasından başka bir şey değildir, o yüzden umut iyidir. Paradigma, diyalektik materyalizmin temel kalkış noktası olan tez/antitez/sentez üçlemesini paranteze alarak aynı zamanda zıt olanlar arasında var olan ilişkisellik, akışkanlık ve dönüşlülük ilkesini de ekler.
HUKUKSAL OLANA KARŞI İÇ HAT DÜZLEMİ
Demokratik Modernite, normatif hukuk yerine yeni bir iç hat önerir. Hukuk her zaman normatiftir. İç hat ise ortak olanın içinde her olayla farklanma, farklılaşma eşiklerini takip eder. Normatif hukuk sınırları keskin bir iyi ve kötü üzerinden kendini kurgular. İç hat ise paradigmayı analiz eder, paradigmatik analiz ise iyinin ve kötünün ötesindedir. Normatif hukuk ile geleneksel hukuk arasındaki çatışma ve tarihsel kopuşta ahlaki/politik yaşam ekseninde yeni bir toplumsal/etik önerir ve bu iç hat düzleminin bir boyutunu da geleneksel hukuk kategorisinden bugüne doğru çekerek devlet dışı bir hukuk önerir. Örneğin modernist bakışın bir gerilik olarak eski zamanlara sabitlediği ‘toplumsal hukukun’ içindeki devrimci özü bugüne davet etmekte ve bunu bir iç hat olarak devrimci toplumsallığın içine dahil etmekte beis görmez.
İKTİDAR VE HEGEMONYA SORUNU
İktidar ve hegemonya sorununda merkezileşen bir parti devletinden ziyade yerele yayılmış ve kolektifler üzerinden örgütlenmiş bir halk meclisleri gerçeğine gönderme yapar. Bunu yatay ağlar şeklinde örgütlenmiş komünler olarak formülleştirir. Merkezileşmiş bir savunma biçiminden ziyade kendi öz savunma güçlerini örgütlemiş yeni bir toplumsallık esas alınır. Bu öz savunmayı cinsiyet, dil, sınıf, kültür, ideoloji, benlik gibi bütün savunma alanlarına yayar. Çünkü modernist gelenek, politik olanı iktidar perspektifi ile düşünür, Politika her zaman iktidarla diyalektik bir ilişki içine hapsolmuştur. Oysa öz savunma anlayışı politik olanı yaşamın tüm mikro alanlarına yayar. Özsavunma bedenlerin disiplin ya da denetim altına alınmasını esas alan biyo-politikaya karşı direnişin biyo-politikasıdır.
DİN VE KÜLTÜR SORUNU
Din ve toplumsal kültüre karşı devrimci bir müdahalede bulunan paradigma, resmi ideolojik aygıta dönüştürülen dinin kökten reddini değil toplumsallaşması ve demokratikleşmesi gerektiğini savunur. Din Sorununa Devrimci Yaklaşım tezleriyle 1990’ların başından itibaren din dahil geleneksel olanın içindeki toplumsal yapıların kökten reddine karşı çıkarak devrimi geçmişe ait olanın ‘tarihin çöp sepetine atılması gereken’ olarak değil gelenekselin içindeki devrimci özleri bugüne çağırıp güncellemenin stratejisi olarak tanımlamıştır. Sömürgeciliğe ve faşizme karşı isyanı örgütleyen verili kimliğin içindeki bütün devrimci özü bugünün mücadelesine eklemleyerek kimliği aynı zamanda özgürleşmenin silahına dönüştürür. Milliyetçiliğin ulusal kökleri zamanın bilinmeyen belirsizliğine gömerek ulusu sonsuz varlığa dönüştüren özcülüğüne karşı özgür bir Kürtlüğü savunarak özgürleşmeye giden yolların bütün işaret levhalarını Xwebûn (Kürtoluşa) doğru kırar. Söz konusu verili kimliği değil mücadelenin içinde form kazanmış devrimci bir kimliği ve kültürü ortak varoluşun ve ortak zenginliğin içinde örgütler.
Yayın Tarihi: 23/02/2025