Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin kuruluşu sürecinde Kürtlerin önemli bir rol oynadığı bilinmektedir. Ne ki cumhuriyetin inşası Kürtler ile demokratik İslami çevrelerin adım adım yok sayılması ya da baskı altına alınmasıyla gerçekleşir. Böylece dışlanan bir halkın makus tarihi başlamış olur. Mevcut siyaset tarzının yazın-edebiyat alanına yansımaması düşünülemez.
Dağları Bekleyen Kız, 1955'te Atıf Yılmaz tarafından Yeşilçam'a uyarlandı.
“Kürt” ve “Kürtlük” olgusuna dair bugüne değin çok şey yazıldı, çizildi. Hem içerden hem dışardan olgunun tanımlanmasına dönük birçok çalışma yapıldı. Dışarısı derken egemen safta yer alan veya kendini o safta konumlandıran kesimlerden bahsediyoruz. Bunlardan biri hiç kuşkusuz yazın-edebiyat sahasıdır. Özgün olarak konuyu irdelemeden önce belirtilmelidir ki ‘dışarısı’ daima iki anlayış çerçevesinde temellenmiştir. Bunlardan birisi oryantalizmdir. Oryantalizm, doğusunu ilkel, geri, dönüştürülüp medenileştirilmesi gereken sosyo-politik, sosyo-kültürel bir coğrafya olarak görür. Diğeri, klasik iktidar biçiminden etkilenen tahakkümcü, tepeden tırnağa otoriter ve baskıcı anlayıştır. İktidar doğası gereği eşitlikçi değildir, hiyerarşiktir. Ast-üst ilişkisini bir davranış biçimi olarak toplumun her alanında egemen kılar. Bu amaçla bazı durumlarda bir yöntem olarak ‘zor’ kullanılır, bazen de diğer enstrümanlara başvurulur.
Kendini ‘milli’ diye adlandıran edebiyat yalnızca var olanı yansıtmakla kalmaz, ana fikir çerçevesinde yeni baştan kurmayı, kurgulamayı esas alır. Nitekim işleyeceğimiz iki örnek “milli edebiyat” kapsamında ele alınmaktadır. Buna millileştirme edebiyatı demek belki daha doğru olabilir.
Batıcı sisteme göre kurgulanıp değişik aşamalardan geçerek günümüze kadar gelen cumhuriyet, beslendiği kaynak itibariyle sözü edilen bu her iki yaklaşımı hem özümsemiş hem de uygulamıştır. Kendi orijinalitesini geliştirme gücü ve yeteneğinde olmadığı için taklitçiliği esas almıştır. Bu kendi başına travmatik bir olaydır. Travma çok geçmeden tüm toplumsal katmanları etkisi altına aldı. Ve bu süreç farklı sorun alanları biçiminde hala sürmektedir. Kuşkusuz bu sürecin sayısız art alanları vardır. Bunların tümünü bir yazıda bir araya getirmek güçtür. Daha çok sanat, özelde ise edebiyat alanındaki Kürt tiplemeleri üzerinden olgunun ne şekilde tanımlandığını irdelemeye çalışacağız. Zira kendini ‘milli’ diye adlandıran edebiyat yalnızca var olanı yansıtmakla kalmaz, ana fikir çerçevesinde yeni baştan kurmayı, kurgulamayı esas alır. Nitekim işleyeceğimiz iki örnek “milli edebiyat” kapsamında ele alınmaktadır. Buna millileştirme edebiyatı demek belki daha doğru olabilir. Bu edebiyat biçimi daha fazla politiktir ve belirli amaçların ve hedeflerin hizmetindedir. Dolayısıyla bu dönemde yazılmış eserler cumhuriyet kurgusunun alter egosu gibidir. Eserlerin analizi bizim kurguyu meydana getiren akıl ve tahayyül gücünü kavramamızı sağlayacaktır.
Zeyno’nun kurtuluşu Zeynep gibi olmaktan geçer. Bu hem asimilasyonist hem de travmatiktir. Zeyno’nun kendi kişiliğini oluşturmasına, kendi kimliğini bulmasına izin verilmez. Tersi geçerlidir. Yani kendi özünü kaybetmesi dayatılır. Psikolojide bu duruma öz yıkım denilmektedir ki, travmatik oluşu bu yüzdendir.
Halide Edip Adıvar
İlk örnek Halide Edip Adıvar’ın ‘Zeyno’nun Oğlu’ adlı romanıdır. Oryantalizmin tipik örneklerinden biridir roman. Ana hikâyenin içinde iki Zeynep vardır. Biri üniversite eğitimi almış, kültürlü, kendi ayakları üzerinde durabilen saygın ve özgür bir kadındır. Diğeri taşrada-köyde doğup büyümüş, eğitimsiz, kaba ve son derece naif bir kadındır. Kendisine Zeyno (Kürt) diye hitap edilir. Zeyno, başta kocası olmak üzere çevresindeki birçok erkekten şiddet görür. Kendisini savunacak güçten yoksundur, iradesizdir. Başından geçenleri kadermiş gibi kabullenir. Yüksek kültürden uzak, yontulmamış oluşu gizliden tiksintiyle karşılansa da bilinçsizlikten ileri gelen saflığı çevresinde bir acıma hissi uyandırır. Acınacak haldedir Zeyno. İçten içe küçümsenir, zira o her şeyden önce bir ötekidir. H.E. Adıvar burada genel anlamda cumhuriyet kadını profilini doğulu-Kürt kadının “gericiliği”, “cahilliği” üzerinden kurgulamaktadır. İstanbullu Zeynep modern batı çizgisini temsil etmektedir. Bu minvalde merkeze yerleştirilen modernist üst tabakanın üstünlük kompleksi metnin bütününe yansımaktadır. Dünya edebiyatında sıkça karşımıza çıkan bir izlektir bu.
İktidarcılığın mantığı ele geçirme, bütün direnç noktalarını ortadan kaldırma, terbiye edip ehlileştirme üzerine kuruludur. Ataerkillikten beslenen bu anlayış erkek iktidarının tüm özelliklerini, hile ve oyunlarını bünyesinde barındırmaktadır…
Ana karakter bir rol modeli işlevi görür. Diğer tiplemeler ana karakteri belirgin kılmanın araçları biçiminde işlenir. Asıl handikap buradadır. Zeyno’nun kurtuluşu Zeynep gibi olmaktan geçer. Bu hem asimilasyonist hem de travmatiktir. Zeyno’nun kendi kişiliğini oluşturmasına, kendi kimliğini bulmasına izin verilmez. Tersi geçerlidir. Yani kendi özünü kaybetmesi dayatılır. Psikolojide bu duruma öz yıkım denilmektedir ki, travmatik oluşu bu yüzdendir. Oryantalizmin yarattığı dünya böyle bir dünyadır. Eser bu anlamda dönemin politik evreni içinde yer almakta ve ona uygun kurgulanmıştır. Cumhuriyetin inşa süreciyle başlayan modernist- egemenlikçi anlayışı pekiştirerek ete kemiğe büründürmeyi amaç edinmiştir. Dolayısıyla adı geçen romana salt bir edebi metin gözüyle bakılamaz. Eser bir karakter aracılığıyla Kürt kadını cahil ve iradesiz göstermekte; böylelikle Kürt kadınının özgüvenini sarsarak öz benliğinden ve kimliğinden uzaklaşmasına hizmet etmektedir. Kolektif bilinç altının şekillenmesinde benzer üstenci ve dışlayıcı rollerin büyük bir etkide bulunduğu bilinen bir husustur.
Esas tahribat Türk-Kürt ilişkilerinde meydana gelir. Ne yazık ki dönemin yazar ve aydın tabakası karşı durmaktansa inşa edilen duvara birer tuğla koymaktan geri durmamışlardır. İki halkın tarihsel ilişki ve ittifakını zehirleyerek travmayı daha da derinleştirmişlerdir.
İkinci örneğimiz, Esat Mahmut Karakurt’un “Dağları Bekleyen Kız” isimli romanıdır. Metnin ana konusu önemli göndermeler içermektedir. Hikâyede geçen ve olayların odağında olan Dağlı Kız İngiltere’de sosyoloji okumuş ve ardından dağlarda eşkıyalığa başlamıştır. Onu ele geçirmek ve direnişini kırmak amacıyla bir sürü yol-yöntem denenir, operasyonlar düzenlenir. Fakat Dağlı Kız’la bir türlü baş edilemez. Bütün çabalar boşa çıkar bunun üzerine daha ince bir yola başvurulur. Servan Adnan -ki ordu mensubudur- kimliğini gizleyerek Dağlı Kız’ın bulunduğu grubun içine sızmayı başarır. Ve kısa bir süre içinde Dağlı Kız’ın kalbini ele geçirip kendine bağlamaya muvaffak olur. Ve en sonunda da onunla evlenir. Direniş böylelikle son bulur. İktidarcılığın mantığı ele geçirme, bütün direnç noktalarını ortadan kaldırma, terbiye edip ehlileştirme üzerine kuruludur. Ataerkillikten beslenen bu anlayış erkek iktidarının tüm özelliklerini, hile ve oyunlarını bünyesinde barındırmaktadır… Adı geçen bu roman bu manada iktidarcı zihniyetin ana çizgilerinin görünürlüğü açısından çarpıcı bir örnektir. Hikâyenin mesajına gelince; Dağlı Kız eğitimli olmasına rağmen oldukça asidir, ele avuca sığmayan bir güce sahiptir. ‘Erkek eli’ değmemiş, bir erkek tarafından kontrol altına alınıp evcilleştirilmemiştir, yani iradesi kırılmamıştır. Hal böyle iken bu asi kız ancak ve ancak iktidar sahibi-muktedir bir erkek tarafından dizginlenip ehlileştirilebilir(!) Buradaki ‘dağ’, ‘dağlı’ gibi semboller devletçi-sınıflı uygarlığın hakimiyeti altına alamadığı coğrafyayı işaret etmektedir. Bu coğrafya doğaldır, ‘yabani’dir. Dağın kolay zaptedilememesi korku uyandırmaktadır. Kitabın konu edindiği bu coğrafya kadına benzetilir. Bilinmezlikleri ve gizli hazineleri nedeniyle iktidarda bir yandan korku bir yandan da şehevi arzular uyandırmaktadır. Servan Adnan iktidarın temsilcisi olarak kaleyi içten fethetme yoluna başvurur. Yunan mitolojisindeki Eros gibi sadağından okunu çıkarır ve Dağlı Kız’ın kalbine saplar. Buradaki aşk erkek için güç, kadın için zayıflık veya yenilgidir. Son derece klasik bir tutum sergilenir, erkek avcı kadın avdır! Elbette ki hikâyenin sonunda kazanacak olan iktidardır. Çünkü eser baştan sona iktidarcı mantığa göre yazılmış ve kurgulanmıştır. Bir kadın karakter kanalıyla bir halka yaklaşım buna göre şekillenmektedir.
Günümüz açısından yeni bir sözleşmeden, kardeşlik hukukundan ya da demokratik-eşitlikçi bir ilişkiden söz edilecekse bu, her şeyden önce kuruluş ve inşa dönemindeki yaklaşım ve uygulamalarla doğru ve cesurca bir yüzleşmeyi gerektirir. Yazın-edebiyat alanı için daha fazla geçerli bir durumdur bu.
Bu konuda benzer nitelikte ve içerikte metinler vardır… Ancak milli kurtuluş edebiyatı ayrı bir başlık altında incelenmek durumundadır. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin kuruluşu sürecinde Kürtlerin önemli bir rol oynadığı bilinmektedir. Ne ki cumhuriyetin inşası Kürtler ile demokratik İslami çevrelerin adım adım yok sayılması ya da baskı altına alınmasıyla gerçekleşir. Böylece dışlanan bir halkın makus tarihi başlamış olur. Mevcut siyaset tarzının yazın-edebiyat alanına yansımaması düşünülemez. Esas tahribat ise Türk-Kürt ilişkilerinde meydana gelir. Ne yazık ki dönemin yazar ve aydın tabakası karşı durmaktansa inşa edilen duvara birer tuğla koymaktan geri durmamışlardır. İki halkın tarihsel ilişki ve ittifakını zehirleyerek travmayı daha da derinleştirmişlerdir. Edebiyatta ve sinemada birer silik gölge veya birer ‘asi’, ‘eşkıya’ gibi gösterilen Kürt tiplemesi her iki halkada çok ciddi ve kolay onarılamaz ön yargıların oluşmasına neden olmuştur. Kürtler hikayeler, kurgusal metinler aracılığıyla örselenir. Bunun zıddı olarak iktidara göre şekillendirilen kahraman ise öteki karşısında elde ettiği zaferlerle orijin olmayan, yabancı bir özgüvenle donatılır. Bu tipleme çevresine tepeden bakar, çevresini küçümser. Daha batısı karşısında ise eziktir. Çarpıklaşmanın temeli böyle atılır. Demokratik, eşitlikçi evrensel değerlerden olan bu tipoloji aynı zamanda travmatiktir.
Günümüz açısından yeni bir sözleşmeden, kardeşlik hukukundan ya da demokratik-eşitlikçi bir ilişkiden söz edilecekse bu, her şeyden önce kuruluş ve inşa dönemindeki yaklaşım ve uygulamalarla doğru ve cesurca bir yüzleşmeyi gerektirir. Yazın-edebiyat alanı için daha fazla geçerli bir durumdur bu. Çünkü edebiyat bir toplumun ruhudur. Popülizmin estirdiği rüzgâra göre sürekli yön değiştiren bir edebiyatın bunu başarması mümkün değildir. Bir edebiyat eserinin geçmiş yaraları sağaltma gücü de vardır. Çatışmalı olan siyaset alanının bunu sağlaması zordur. Nitekim edebiyat toplumun ruhudur dedik ve iki halk arasındaki ilişkilerindeki bozulma en fazla psiko-sosyal, psiko-kültürel alanda gerçekleşmiştir.
Sonuç olarak, edebi eserlerin inşa süreçlerinde ikna edici özellikleri mevcuttur. Dolayısıyla yazarın kalemi iki yanı keskin acem kılıcı gibidir. Her iki yanını da kullanması mümkündür. Sanatsal alanın bu anlamda siyasetten bir adım daha ileride olması, gündelik çıkar hesaplarından uzak evrensel değerlerle hareket etmesi elzemdir. Doğru bir Kürtlük tanımına da ancak bu şekilde ulaşılabilir. Aksi durumda yaratılacak Kürt tipolojisi bu yüz yıllık bilinçaltının bir yansıması olmaktan öteye geçmeyecektir…
Yayın Tarihi: 14/09/2024