Bir şair düşünün ki insanların kendi gölgesinden korktuğu darbe sonrası dönemin baskı ikliminde Diyarbakır zindanına uzanan Kurdistan direniş tarihini destan halinde yazsın, baskısı bulunamayan kitapları zindanda elden ele dolaşsın, mahpuslar tarafından mektuplara yazılan şiirleri günümüzde dahi idare gözlem kurulları tarafından mektuplara el konulma sebebi olsun!
Bugün Adnan Yücel'in doğum günü ve bu bir anma değil, “İyi ki...” yazısı.
Yaşam kadar ölüm de gerçek elbette, hem coğrafyamızda doğum tarihleri ölüm tarihleri kadar çok bilinmez.
Yine de insanları ölüm günlerinde anmak, ölüm soğukluğuna yenilmek gibi gelir bana. Ölüm tarihlerinde yapılan anmaları geride kalanların varlıklarını teyit törenleri gibi bulurum. ‘Vardı, artık yok’un anlamı ıskalayan yerini istemeden de olsa güçlendirmek gibi gelir bana bir yerde. Bu belki de anmaların dönüştüğü tarz ile alakalı bir şeydir.
Devri daim ne güzel bir tanımdır, ruhun ölümsüzlüğüne yaradan inancı ile beraber iman etmiş toplumumuzun anlam dünyasını öyle güzel ve sade bir şekilde ifade eder ki...
Baba Tahirê Uryan "Çiya şad in, çiya şad in, deşt şad in / Şad in kesên ku ev laleyên han çandin / Gelek hatin, gelek hene, gelek dê bên / Çiya û çol û deşt her tim heman in" derken, dağları kendi gibi baki kılan yaratıcı ile; dağları ve ona o laleleri dikenleri aynı huzurlu mutlulukta buluşturur. Gelip gidenler hala şad ise, ruhları elbette ölümsüzdür. "Her tim heman" olma durumu da, bu daimi devrin şahitliğidir esasında.
Hem "Ölümüm bahar olsa nasıl anlaşılsam" diyerek baharlarca var olmayı tercih etmiş Adnan Yücel'e dair bir şeyler söylenecekse bu elbette baharda, baharla olmalı.
Evet bugün öğretmen, akademisyen, yazar ama en çok da şair Adnan Yücel'in doğum günü. "İç çekişim" diyerek tanımladığı şairliği, karanlığın duvarlarını döven bir mitralyöz gibidir esasında. Bir şair düşünün ki insanların kendi gölgesinden korktuğu darbe sonrası dönemin baskı ikliminde Diyarbakır zindanına uzanan Kurdistan direniş tarihini destan halinde yazsın, baskısı bulunamayan kitapları zindanda elden ele dolaşsın, mahpuslar tarafından mektuplara yazılan şiirleri günümüzde dahi idare gözlem kurulları tarafından mektuplara el konulma sebebi olsun!
27 Mart 1953’te Elazığ’ın Dilek köyünde dünyaya gelen Adnan Yücel, kendi tabiriyle "Karayollarında çalışan bir işçinin çocuğu"dur. İlk, orta ve lise eğitimini Elazığ’da tamamlar ve Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’nden 1975 yılında mezun olur. Mezun olduğu yıl Karakoçan Lisesi'nde edebiyat öğretmenliği yapmaya başlar ancak kısa bir süre sonra Ankara'ya gider. Burada hem öğretmenlik mesleğine devam eder hem de Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Bölümü’ne kaydolur ve “Şiirimizde Garip Hareketi” tezi ile 1978 yılında yüksek lisans eğitimini tamamlar. Şiirleri Cumhuriyet, Yeni Halkçı Demokrat gibi gazetelerin yanı sıra Yeni Adımlar, Yeni Olgu, Yazko Edebiyat, Anadolu Ekini, Artı ve Söylem gibi çeşitli dergilerde yayımlanmaya başlamıştır. 1979’da Yurt Yayınları tarafından basılan ilk şiir kitabı “Kavgalara Sözlenen Sevda” özellikle toplumcu çizgideki edebiyat eleştirmenlerinin dikkatini çeker. İkinci şiir kitabı “Soframda Kaval Sesi” 1982’de, darbe sonrasının korkulu sessiz atmosferinde yayımlanır.
Burada biraz duralım. Tarih: 1982. 12 Eylül'de radyolardan ilan edilen darbenin üzerinden iki yıl geçmiş ve radyolar hala arananları anons ediyor, radyolar yakalananları, radyolar idam edilenleri... Ama onun radyosunda bir kaval sesi var.
Kaval, dağlı kültürünün en temel enstrümanlarından biridir. Mideden itibaren yoğunlaşmış bir enerjinin dudaklarla soluk olarak dışa vurumu, bunun sese dönüşmesi büyük bir sabır işidir. Bedeni hakkıyla organize etmeyi gerektirir. Soluğu anlamlı seslere çevirip bundan melodi dizgesi oluşturmak, bedenin ve ruhun el ele yapabileceği zorlu bir iştir. Üflemek eylemi, esasında tanrısal bir eylemdir. Kendi ruhunu, üflemek sureti ile insana bahşetmiştir Tanrı. Tecellinin başlangıç noktasıdır. Kavalın derinden gelen, derini anlatan, yaktığı kadar huzur da veren sesinde dağlı kavimler yüzyıllardır anlamı nefesle yeniden inşa etmektedir. Adnan Yücel gibi kadim kültüre, Ortadoğu ve Kurdistan tarihine hâkim bir ismin sofrasına bağdaş kuran bir kaval sesini oturtması, tesadüf değildir. Toprağa temas edenin, onu tanıyanın, kendisini ondan ayrıştırmayanın çalgısıdır kaval. Ve onun sesinde elbette 'dağlı çiçekler' serpilecektir:
"Radyoda bir kaval sesi bu sabah
Bağdaş kurup oturdu soframa
Ekmeğim tazelendi sanki
Dağlı çiçekler serpildi yalnızlığıma
Biliyorum çaresi yok bu çilenin
İşte gerçek
Çıplak bir kaya gibi karşımda
Çay kırmızı bakıyor zeytin kara
Yine de susmuyor içimdeki pınar
Yaslanıp çok uzaklardaki dağlara
Az da olsa
Mor bakmak istiyorum insanlara"
Yıllar sonra o günlerden ve “Soframda Kaval Sesi”nden bahsederken şunları söyleyecektir: “Kavganın yenilgiyle ezildiği, kentlerin/sokakların yenilginin sarı rengiyle solduğu 12 Eylül karanlığında yazdığım Soframda Kaval Sesi’ndeki karamsarlık, umutsuzluk, acı bile bir öfke patlaması ve yeniden doğacak olanı mavi ve kızıl özlemle aralar.”
Öğretmenlik yaptığı yıllarda sırasıyla “Bir Özlem Bir Türkü” (1984), “Acıya Kurşun İşlemez” (1985), “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” (1986) Rüzgarla Bir (1989) kitapları yayımlanır. 1991 yılında basılan ve “Diyarbakır zindanında yaşananlardan etkilenerek yazdım ben o şiiri” dediği Ateşin ve Güneşin Çocukları ise, bir kitap hacmindeki uzun şiiridir. Diyarbakır’ı ve o günleri yazmaya iten duygusunu şu sözlerle anlatır Adnan Yücel: “Bin yıldan beri düşüncesi, ismi yasaklanmış bir toplumun sesi nasıl çıkar? Sesi kan içinde çıkmıştır hep. Toprakları acılı topraklara dönüşmüştür. O topraklarda açan çiçekler bile acı renginde olmuştur hep… İç çekişim ve başkaldırışım bu yüzden. Kavganın o zor, fırtınalı, zamanında, mekânında ‘yenilgi sarısına boyandığı’ günlerinde, yüreğime dolan acıyı, patlamaya hazır öfkeyi yeraltı nehirlerinin soluğunu duyduğum anda güçlü bir gelecek inancına dönüştürmeye çalışan bir şairimdir sadece.”
Kendini yüreğine dolan acıyı güçlü bir gelecek inancına dönüştürmeye çalışan bir şair olarak tanımlasa da bunun çok daha ötesinde bir yerdedir. "Ateşin ve güneşin topraklarında / Adem'den önce de akardı o nehirler / Adem'in arkasında yürüyen erler / Bütün olanları çok sonradan gördüler" dizeleriyle başlayan kitap hacmindeki şiiri, adeta modern bir Ortadoğu destanı niteliği taşır. Sümer, Babil ve Asur uygarlıklarının insan eliyle inşa edilmiş dinleri ve savaştan beslenerek vücuda getirdikleri iktidarlarını anlattığı dizelerde, güçlü şairliği dışında tarih ve mitoloji alanlarındaki hakimiyetini de görmek mümkündür. Dağların ve ırmakların, ışığa ve iyiliğe inanan insanları ile yapma dağların (zigguratların inşasını böyle anlatır) ve güçlerini tahvil etmek için kendileri gibi zayıf tanrıları yaratanların çelişkisi, tarih kadar eskidir. Zulüm kurumsallaşmaktadır. Karşısında direnmek de gelenekleşecektir. Diyarbakır Zindanı'ndaki Mazlum Doğan'ın bir Newroz gününde tarihin akışına müdahalesini anlamak için önce Kawa'yı bilmek gerekiyordur.
Elinde balyoz
İner kalkar beyin sürülen yaralı başa
Medya'dan yükselen havarlar adına
Babil'de çekilen ahlar adına
Bir daha-bir daha
İskit gözünden süzülen yaşlar adına
Elam kilerinden çalınan aşlar adına
Beyinleri çıkarılan gencecik başlar adına
Bir daha-bir daha
Kawa'nın Dehhak zulmüne son verdiği ve Medya'nın yiğit halkının ellerinde ateşlerle dağlardan indiği o gün, Newroz'dur artık. Medya topraklarında yaşamın anlatısına devam ettiği dizelerde tarih zulüm ve direniş ekseninde örülmektedir. Arap, Selçuklu ve Moğol akınları ile talan edilen topraklarında bin yıldır ateşin ve güneşin halkına reva görülen yurtsuzluk yazgısını şu dizelerle anlatır:
Toprağın yüreğinde topraksız kalan
Bir nice yurt içinde yurtsuz olan kim
Güçlü bir tarihsel eleştiri ile özeleştiri niteliği de taşır Ateşin ve Güneşin Çocukları. Kürtlerin devlet sahibi oldukları dönemlerde dahi bir olamama durumu, kendinden olana körleşip düşmanıyla benzeşme paradoksu Yücel'in içini yakar:
Mervani diye yirmi bir kentli bir devlettin
Mervan'ın zulmüyle dostlar inlettin
Gittin bir münkire gönül verdin
Bir halife sözüyle kendini hançerledin
Oysa kendi nehirlerindeki her köpüğü ayrı ayrı
Yanıp sönen dudaklarından öpebilirdin
Kendi insanlarının adına kendi toprağını
Suların ışıltılı bilinciyle sevebilirdin
Yavuz Selim ile ittifak yapan İdris-i Bitlisî'nin, Kurdistan'ın parçalanmasına vesile olan ilk kişi olduğu anlatısı vardır bu dizelerin devamında. İdris-i Bitlisî'nin Kurdistan tarihindeki yerine dair tartışmalarda Yücel'in safı çok nettir. Yavuz Selim, Yücel için Yezit geleneğinin temsilcisidir, torunları olan diğer padişahların da ondan bir farkı yoktur. Kürtlerin bir olmaktan başka çaresi esasında hiçbir zaman olmamıştır. Ama bu, Kürt isyanları esnasında bile sağlanamamıştır. Ubeydullah Nehrî isyanının ulusal mücadeleyle buluşma sağlayamayan kimi kısımlarına dikkat çektiği dizelerden sonra kendinden olanla bir olamamanın, zamanında Kurdistan'a girmesini sağladıklarının torunlarının asırlar sonra yapabileceklerinin boyutunu da, isyancıların esas almaları gereken hareket noktasını da bulanıklaştırdığı göndermesi vardır. Egemen akıl işte bu bulanıklıktan faydalanarak Kürtleri elinin altında tutmaktadır:
Erzurum'da içilen yeminlere
Sivas'ta verilen sözlere uydun
Bekledin durdun kan ve barut içinde
Gördüğün düşleri hep hayra yordun
Devamında Koçgiri, Şêx Seîd ve Ağrı isyanları ile Zilan ve Dersim katliamlarını anlattığı dizelerde kendi ülkesinde tutsak hale gelen kavminin yaşadıklarından duyduğu derin acıyı ve uçsuz bucaksız bir öfkeyi anlatır Yücel. “Kurtların yaradan kan içtiği kırık yıl”dan sonra 68 gençlik hareketi ile canlanan umutlar, şairin 'Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek' dediği o büyük kavganın son güçlü zeminini oluşturacaktır. Umudu işlediği dizeleriyle tüm dünya halklarının uyanışına ve egemenleri titreten mücadelelerini, Vietnam'dan Filistin'e kadar tüm dirilişleri ve direnişleri selamlar. Dünyayı saran bu büyük devinimin yaşadığımız topraklardaki etkisini anlatır coşkun diliyle. Ardı sıra gelen ve 12 Eylül'ü işlediği bölümde, dilindeki ani değişimi görürüz. Yaptığı bu ustaca geçiş esasında darbenin yarattığı iklimin toplum üzerindeki etkisini ortaya koymaya yöneliktir. İnsanlarla dolu sokakların sessizliği, zindanların ıssızlığı, kaygı, korku, belirsizlik... Her duyguyu dizelerinde incelikle işler ve kadrajını Diyarbakır'a çevirdiğinde, yüreği adeta uğuldamaktadır:
Bir ağıttır belki Ağrı'da Zilan deresi
Dersim'de Laç deresi bir kanlı şiir
Oysa bir destandır Diyarbakır kalesi
Ve Diyarbakır zindanında
Ateşle sevişen dörtlerin gecesi
'Üniformalı Dehhaklar' diye tanımladığı Esat Oktay ve ekibinin Diyarbakır Zindanı'nda yaptığı tüm insanlık dışı uygulamaları teker teker anlatırken, direnişin ve ihanetin iç içe yaşandığı o günlerde hoparlörlerden gelen teslimiyet çağrılarına rağmen insan kalmakta ısrar edenleri kutsar. Ve tarih, 21 Mart 1982'yi bulduğunda "Bir adam çoğalır bir başına hücresinde / Yüreği Kawa'dadır gözleri Babek'te" dizeleriyle anlattığı Mazlum Doğan, karanlığın beynini yaktığı üç kibrit çöpü ve eylemiyle patlatacaktır:
Bu zindan karanlığı yırtılsın diye
Bu ihanet duvarları yıkılsın diye
Newroz gecesi bir önder
Ateşi bedeniyle zindanlara taşımıştır
Ölürken bile hücresinde
Bizlere kıştan baharı muştulamıştır
Mazlum Doğan'ın tarihe geçen eylemi sonrasındaki uzun bölümde Dörtler'i anlatır Adnan Yücel. "Dört aynı ses yükseldi her ateşten / Söndürmeyin ateşi / üfleyin korlara" dizeleriyle 'dağları tutuşturup bağlara indiren' (Diyarbakır zindanı Bağlar'dadır) eylemlerini kutsar. Bir nehir-şiir olan Ateşin ve Güneşin Çocukları'nın bundan sonraki kısmı, yasaklar ülkesinin tasviridir. Dili yasak olan, ülkesi tellerle bölünen, açlığa, yoksulluğa mahkûm edilmeye çalışılan, sevdalanma hakkı bile elinden alınan "dört ayrı zincirde dört aynı tutsak" olan halkını anlatır.
İşte dünya
İşte sen
İşte toprak
Dört ayrı ülkenin rüzgârlı dallarında
Savrulup duruyorsun yaprak yaprak
Gümbür gümbür atan yüreğinin tüm kahrını, tüm acısını ve her şeye rağmen diri tuttuğu umudunu görmek mümkündür bu dizelerde. Bunca duyguyu bir arada ve aynı güçlülükle bir eski zaman ozanı edasıyla vermek, hem kelimeleri hem okuyucuyu anlatılana seferber etmek her yiğidin harcı değildir. Adnan Yücel'in kitlelerin gönlünde bir modern zaman destancısı olmasının sırrı işte burada gizlidir.
1991 tarihinde gazeteci Yavuz Özcan'a verdiği röportaj, Adnan Yücel'in o güne değin alınmış en uzun ve kapsamlı röportajdır. “Ateşin ve Güneşin Çocukları’nda hâkim sisteme de bayrak açıyorsunuz, bundan korkmuyor musunuz?” sorusuna şu cevabı vermiştir: “Ne bireysel olarak sistemin başıma açacağı veya öreceği tecrit duvarları, ne karşılaşabileceğim sinsi tecrit ve sindirme yöntemleri umurumda bile değil. O devasa halk pınarının içine koyuverdim kendimi ve Dehhak'lardan başlayarak, bugünün modern özgürlük savaşının sunduğu sınırsız imgelerle buluşarak Kürt halkının yarattığı destanları geleceğe uzanan tarih bilinciyle yeniden yeniden yoğurup armağan ederim Kürtlere.”
Vesileyle ruhu ışıkla aramızda dolaşsın, Ahmed Arif nasıl tanımlıyordu bu hâli? "Ve ben şairim. / Namus işçisiyim yani / Yürek işçisi. / Korkusuz, pazarlıksız, kül elenmemiş." Tam olarak böyledir Adnan Yücel.
Med ülkesinin, ateşin ve güneşin halkının cesur şairi iyi ki doğmuş, iyi ki bilincimizi ve yüreğimizi biat etmez ruhuyla, gür ve tok sesiyle doldurmuş.
Yayın Tarihi: 27/03/2024