PolitikART
Toplum-Politika

Lozan, Emperyal Güçler ve Kürtler

Sayı: 318
Salih Cemal
Sevr’in akabinde Lozan’ın öncesinde, 1921 yılı itibarı ile emperyal güçler “Kürdistan” planlarını tamamen rafa kaldırmışlardı. Çünkü bir Kürdistan’ın oluşması ile Ortadoğu’da yeniden bir medeniyetin yükselişine tanıklık edilecekti ve bu durum birçok ülkenin işine gelmeyecekti.

24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre’nin Lausanne (Lozan) kentinde imzalanan Lozan Antlaşması, yüzüncü yıl vesilesiyle bugün yeniden tartışma konusu olmuştur. Merak edilen konuların başında, Lozan Antlaşması süreli miydi veya yüzüncü yılında geçerliliğini yitirir mi gibi sorular var. Bu sorulara kısa ve net cevaplar vermek mümkün: Lozan Antlaşması resmi olarak herhangi bir süreye tabi değildir ve yüzüncü yılında da muhatapları nezdinde hiçbir şey değişmeyecektir. Çünkü Lozan Antlaşması emperyalist güçlerin kontrolünde ve istedikleri gibi yapılmıştır. Ayrıca, bu antlaşmanın Lozan’da yapılması şeytani bir plandı, çünkü Cenevre ve Lozan gibi yerler bazı milletlerin lobi faaliyetlerinin yoğun olduğu yerlerdi. İngiliz ve Fransız ajanları, Ankara ile Lozan’daki Türk heyeti arasında yapılan yazışmaları rahatlıkla öğrenebiliyorlardı. Ancak Lozan’ı daha iyi anlamak için, Sevres (Sevr) süreci ve öncesinde Paris Barış Görüşmeleri ile birlikte, bahse konu olan sürecin emperyal güçler özelinde bir okumasını yapabilmek faydalı olabilir.

Lozan Antlaşmasını takip eden çizerler Derso ve Keléns adlı çizerlerin Türk heyetini tasviri

Self-Determinasyon ve Kürtler
Birinci Dünya Savaşı’nı başlatan Avrupalı güçler, bu savaşı planladıkları gibi uyguladılar, ancak savaş daha sona ermeden plana başka bir ortak daha eklenmiş oldu. Yeni ortak olarak ABD, savaşta sıkışan Avrupalı güçler lehine hem savaşı bitirecek hem de barışın şartlarını ortaya koyacaktı. Dönemin ABD Başkan Wilson, 1. Dünya Savaşı akabinde, 1919 yılında 14 maddelik prensipleri ile dünyanın karşısına çıkmıştı. Bu bir paylaşım savaşıydı ve 14 maddelik prensiplere göre tasarlanan yeni dünya düzeninin aktörlerinden daha işin başında itirazlar gelmeye başlamıştı. Bu aktörlerden dönemin Fransız Başbakanı Georges Clemenceau, “Tanrı’nın bile 10 prensibi var, nereden çıktı bu 14 prensip”[1] diyerek, Başkan Wilson’un, kendi hesaplarına uymayan bazı prensiplerine itiraz ediyordu. Clemenceau’nun bu çıkışı, Barış Konferansı sürecinde bazı hesaplarının tutmadığının da işaretiydi.

28 Haziran 1919 tarihinde imzalanan Versailles Antlaşması’nın sonucunda Alman İmparatorluğu’na son verilecek, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarih sahnesinden kalkacak ve Osmanlı İmparatorluğu da artık son bulacaktı. Anlaşma 14 maddelik Wilson Prensipleri’ne göre yapılmıştı ve prensiplerin 12’nci maddesi “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”nı (self-determinasyon) öngörüyordu. Bu maddeye göre Osmanlılar, Balkanlar ve Ortadoğu üzerindeki asırlardır süre-gelen hakimiyetlerini kaybetmiş, coğrafyanın otokton ulusları peyderpey bağımsızlıklarını kazanmışlardı. Bu doğrultuda, 10 Ağustos 1920 tarihinde imzalanan Sevr Antlaşması’nın 62, 63 ve 64. maddelerinde yer alan ve şarta bağlanan bazı hükümlerin Lozan’da Kürtler lehine bir sonuç ortaya çıkarması umut ediliyordu. Fakat Kürtler, Wilson Prensipleri’nin 12’nci maddesine göre öznesi oldukları self-determinasyon hakkından faydalanamadılar.

Lozan Antlaşması, Kürtler nezdinde baş döndürücü diplomatik ve politik manevralar arasında kaybolmak ile sonuçlanmıştır. Bu başarısızlığın ortaya çıkmasında, Kürtlerin eksikleri dışında, Türkiye’nin ve özellikle emperyal güçlerin diplomatik olarak nasıl bir konumlanma içinde oldukları önemlidir.

Kürtler, Lozan sürecinde sadece Lord Curzon başkanlığında Château d’Ouchy’de 23 Ocak 1923 Salı saat 11.00 oturumunda (Tutanak No. 21) ve aynı gün 23 Ocak 1923 Salı saat 18.00 oturumunda (Tutanak No. 22) gündem konusu olmuştur. Bu tartışmalarda Kürtlerin gündeme getirilmesi ise Fransız ve İngiliz delegasyonları tarafından Musul meselesinden dolayı Türk heyetine karşı baskı unsuru olarak kullanılmasından başka bir işe yaramamış ve daha sonra hiçbir oturumda Kürtlere yer verilmemiştir. Lozan Antlaşması, Kürtler nezdinde baş döndürücü diplomatik ve politik manevralar arasında kaybolmak ile sonuçlanmıştır. Bu başarısızlığın ortaya çıkmasında, Kürtlerin eksikleri dışında, Türkiye’nin ve özellikle emperyal güçlerin diplomatik olarak nasıl bir konumlanma içinde oldukları önemlidir.


Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan İmtihanı

1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasından sonra, TBMM’de Lozan Konferansı için Türkiye’yi temsilen İsmet İnönü başkanlığında, Burdur Mebusu Dr. Rıza Nur ve Trabzon Mebusu Hasan Saka’dan oluşan üç temsilci seçildi. Bu isimlere ek olarak, 40’a yakın bir grup ile Türk heyeti Lozan’a gitti. Bazı çevrelerin “Lozan heyetinde Kürt temsilciler de vardı ve Lozan’da Kürtler-Türkler beraber temsil edildiler” tezi doğruları yansıtmamaktadır. Lozan’a gidecek heyetin içinde bulunan Diyarbakır Mebusu Zülfü Bey, Kürt temsilcisi değil, sadece danışman olarak bulunuyordu.
Yaklaşık sekiz ay süren görüşmelerin ardından, 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması adıyla 5 devre ve 143 madde ile ek protokollerden oluşan belgelerin imzalanmasıyla diplomatik süreç sona erdi. Antlaşma, 23 Ağustos 1923’te TBMM’de 14 ret oya karşı 213 oyla kabul edildi ve onaylandı. Aslında Lozan Barış Antlaşması Türkiye Cumhuriyeti için on yıldan fazla süren savaş döneminden çıkmak, Osmanlı İmparatorluğu’na atfedilen kapitülasyonlar ve “Duyun-u Umumiye” gibi diğer tarihsel yüklerden kurtulmak anlamında geliyordu. Nihayetinde Lozan Anlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını dünyaya kabul ettirdiği bir belge olacaktı.

Öte yandan, Türk tarafının Lozan öncesinde önüne koyduğu hedefleri bir bütün olarak elde ettiğini söyleyebilmek mümkün değildir. İsmet İnönü görüşmeler öncesinde, Misâk-ı Millî (Ahd-ı Milli)’den taviz verilmemesi konusunda TBMM Hükümeti’nden 14 maddelik bir talimatname almış, fakat bu hususta muvaffak olamamıştı. Zira Hükümet tarafından İnönü’ye verilen talimatta, Irak sınırı, Süleymaniye, Kerkük ve Musul livaları istenecekti ve özellikle Musul meselesinin Türkler açısından milli bir mesele olduğu vurgulanacaktı. Bununla bağlantılı olarak; Dr. Rıza Nur bir anısında; “Lord Curzon yanıma geldi ve yavaş bir sesle bana dedi ki, nedir bu Musul, Musul diye tutturmuşsunuz, vazgeçin Musul’dan. Burnunuzun dibinde Suriye toprakları var onu alın! Bir darbe kafidir dedi. Bu da beni keyiflendirdi. Fransızlardan alalım size verelim” dedi ve ben de “Aman istemem biz bu Araplardan bıktık dedim”[2] şeklinde bir not düşmektedir.

Musul dosyasının esas tarafı olan İngiltere ile Türkiye arasında Lozan’da bir anlaşma sağlanamadığı için bu konu Milletler Cemiyetine havale edildi. Bu anlaşmazlığın seyrine dönük bir fikir sunması açısından yine dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, konferans oturumlarından birinde, yanında ABD delegesinin de bulunduğu bir esnada, İsmet İnönü’ye söylediği sözler oldukça çarpıcıdır: “Konferansta bir sonuca varacağız ama memnun ayrılmayacağız…Ülkeniz haraptır, imar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulabileceksiniz? Bugün para dünyada bir bende bir de (ABD delegesi) yanımdakinde. Unutmayın, ne reddederseniz hepsi cebimdedir. İhtiyaç̧ sebebi ile yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi birer birer çıkartıp size göstereceğiz.”[3]

Nihayetinde Musul konusunda, 19 Mayıs 1924‘te İstanbul’da İngiliz ve Türk heyeti yeniden görüşmelere başladı. Musul meselesi tartışmaları aylarca sürmesine rağmen henüz herhangi bir sonuca varılmadan bu sefer 13 Şubat 1925 Kürt Hareketi’nin patlak vermesi, Musul meselesini daha da karmaşık hale getirdi.[4] Türkiye’nin bu karara karşı çıkmasına rağmen, Milletler Cemiyeti 16 Aralık 1925’te Musul’un Irak’a bağlanması konusunda komisyon kararını kabul etti ve Musul’u bu tarihten sonra İngiltere’ye bıraktı. 5 Haziran 1926 tarihinde Ankara’da, Türkiye-İngiltere-Irak arasında Türk-Irak sınırı ve iyi komşu ilişkileri antlaşması imzalandı.

Emperyal Güçlerin Kürt ve Kürdistan Okuması
Peki, Lozan bağlamında Kürtler ve emperyal güçler arasındaki münasebetler nasıl bir seyirde süregelmişti?

Rivayete göre; Roma imparatoru Büyük İskender, hocası Aristo’ya; “Bir yeri işgal ettiğimde oranın halkını ne yapayım, öldüreyim mi, yoksa hapse mi atayım?” diye bir soru yöneltir. Aristo ise; “Hayır! Ne öldür ne de hapse at. Öldürürsen sana karşı kan davası güderler, hapse atarsan sana karşı örgütlenerek çalışırlar. Eğer onları bir bahaneyle birbirlerine düşürürsen, bu sefer aralarında hakem olursun.” şeklinde cevap verir. Esasen İngilizlerin de aynı politikayı izleyerek önemli bir güç olmayı başardıkları iddia edilebilir. Ortadoğu halkları bu politikayla bölünmüş, Kürdistan’da da aynı politika uygulanmıştır. Bu siyasetin sadece İngilizlere özgü olmadığı, her dönem uluslararası güçler tarafından uygulandığı ve sonunda da genellikle muvaffak oldukları belirtilmelidir.

Örneğin Fransız SHD (Service Historique de La Defence) Savaş Arşivleri GR. 7. N Volume 3254-3272 dosyasında yer alan bir belgede yazılanlar, emperyal güçlerin sömürge olarak gördükleri gruplara karşı yaklaşımlarındaki ana mantığı göstermektedir: “Üç ilke, işgal altındaki ülkelere yönelik politikaları yönlendirir. Bu ilkeler, Hint Adaları’ndaki Fransız fethinin başlatıcısı “Dupleix” tarafından formüle edilmiştir. İşte bu formül, Emir ve Şeyh kullanarak, herhangi bir Müslüman ülke ve yerel yönetimi ellerinden alabilirsiniz. Fethedilen toprakları korumak için bu yerlilerle kurduğunuz güçler, yerel nüfusu itaat içinde tutacaktır…Doğu halkları yaşadıkları istilaları ve felaketleri, kendilerini yabancılarla ilişkilendiren kaygısız ve dejenere olmuş liderlere, Şeyhlere, Emirlere ve Sultanlara borçludur. Mısır’ın Hidivleri, Hindistan’daki Baber’in torunları, Osman’ın oğulları, herhangi bir onur duygusundan yoksundur, ülkeleri istila ve esaret altındadırlar.”[5]

Fransızların Kürtler konusundaki politikalarının bu ilkeler ışığında şekillendiği görülmektedir. Fransa’nın İstanbul’daki Askeri Ataşesi Albay Catroux, Şeyh Said İsyanı ile bağlantılı olarak hazırladığı 5 Mart 1925 tarihli “La Chute du Cabinet en Connexion Avec le Soulévement de Gendj” (Genc Ayaklanmasıyla Bağlantılı Olarak Kabinenin Düşüşü) adındaki raporunun bir bölümünde şöyle bir not düşmüştü; “Türkiye’nin önündeki sorun, bizim Cezayir ve Fas’ta, dağları aşmak zorunda kalarak çözmemiz gereken sorunlara benziyor. Tabii ki sadece askerî harekât ile değil, şüphesiz siyasi hazırlık ve uygun bir idari çaba ile, Kürdistan’ı toplumsal örgütlenmesinde ve ekonomik sefaletinde bırakarak Kürt liderlerin otoritesi ile bir araya getirilerek...”[6]  Fransa Cezayir’de sorunları çözmek için dağları aşmak zorunda kalmıştı, ancak Jean Paul Sartre’ın değimi ile Fransa Cezayir’de “katliam” yapmıştı. Fransız Askeri Ataşe, Türkiye’nin, önündeki sorunu nasıl çözülmesi gerektiğinin işaretini de böylece vermiş oluyordu. Yine Fransız elçi bu raporları yazarken, Kürtler hakkındaki aşağılayıcı düşüncelerini de açıkça belirtmekten çekinmemiştir: “Anarşi Kürtler arasında endemiktir, liderleri hizmetleri karşılığında kazanmaya alışıktırlar.” Oysa neredeyse bütün Kürt liderler yaptıklarının karşılığını kazanç olarak değil, bedelini canlarıyla ödüyorlardı.

Fransa Eski Dışişleri Bakanı Bernard Koucher'in ağzından: “Kürt halkının yaşadıkları bütün bu olayların sorumlusu biraz da (Fransa) bizleriz, eğer biz (Fransa) Sevr ve Lozan’da o tarihi hatayı yapmasaydık, bugün Kürtlerin de diğer halklar gibi bir devleti olabilirdi ve bugün yaşadıkları bu acıları yaşamamış olurlardı. Umarım bundan böyle tekrar bu tür hatalara düşmeyiz. Eğer bizler Voltaire’in, Emile Zola’nın, Dreyfus’ün, Jean Paul Sartre’ın mirası isek bundan sonra böyle hatalar yapmamalıyız ve Kürt halkının yanında yer almalıyız.”

Kürdistan’da görev yapmış ve Kürtlere karşı da savaşmış olan İngiliz subayı Akelstan Riley’in ifadelerinde de Fransız askeri ataşesinin kanaatleriyle örtüşen izlekler bulmak mümkündür. Bunun için Riley’in  20 Kasım 1919 tarihli ‘The Times Gazetesi’ne gönderdiği “Kürdistan Meselesi, Kesin Bir Devlet İmkânsız” başlıklı telgrafına göz atılabilir: “Kürdistan hakkında yayınladığınız makaleler beni hayati olarak çok ilgilendiriyor. Kürdistan’ın merkezi ve dağlarda yaşayan vahşi ve kanunsuz kabileleri bilen nadir bir İngiliz’im. Muhabiriniz, çözümün Kürt devleti oluşturmak olduğuna inanıyor. Bunun imkânsız olduğunu düşünüyorum. En eski zamanlardan beri Kürtler kan dökmeye meyilli profesyonel yağmacılar olmuştur. Kürdistan dağlarında bir Kürt devletinin kurulması, ele geçirilemez bir konumda olan hırsızlar yuvasının kurulmasıyla eşdeğerdir. Sadece bir tek çözüm vardır, İngilizlerin kontrolünde, Kürdistan’ı da kontrol edecek kadar güçlü bir Türkiye’nin yeniden yapılandırılması gerekiyor.”[7]

Öte yandan, yıllar sonra Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner, Kürtler özelinde emperyal güçlerin tarihsel sorumluluğunu eleştirel bir değerlendirme tabi tutarken dolaylı olarak devlet düzeyinde bazı itiraflarda da bulunmuş oluyordu: “Kürt halkının yaşadıkları bütün bu olayların sorumlusu biraz da (Fransa) bizleriz, eğer biz (Fransa) Sevr ve Lozan’da o tarihi hatayı yapmasaydık, bugün Kürtlerin de diğer halklar gibi bir devleti olabilirdi ve bugün yaşadıkları bu acıları yaşamamış olurlardı. Umarım bundan böyle tekrar bu tür hatalara düşmeyiz. Eğer bizler Voltaire’in, Emile Zola’nın, Dreyfus’ün, Jean Paul Sartre’ın mirası isek bundan sonra böyle hatalar yapmamalıyız ve Kürt halkının yanında yer almalıyız.” [8]
 

Sonuç Yerine

Sevr’in akabinde Lozan’ın öncesinde, 1921 yılı itibarı ile emperyal güçler “Kürdistan” planlarını tamamen rafa kaldırmışlardı. Çünkü bir Kürdistan’ın oluşması ile Ortadoğu’da yeniden bir medeniyetin yükselişine tanıklık edilecekti ve bu durum birçok ülkenin işine gelmeyecekti. Ortadoğu’da onlarca Arap devleti ortaya çıkmışken, bir Kürdistan’ın oluşmasına fırsat verilmemesinin birçok nedeni olmasına rağmen, asıl neden bütün bu baş döndürücü politik nedenlerin dışında aranabilir. “Neden bir Kürdistan Olmadı?” sorusunun doğru cevabını yine en iyi İngiliz kaynaklarından öğrenebiliriz. Kürdistan’da görev yapmış İngiliz subaylarından W. Ruppert Hay’ın sözleriyle; “Gerçi çok uzak bir gün ama, Kürtlerin ulusal bir bilinçle uyanıp birleşmeye çalıştıkları gün, Türk, Arap ve İran devletleri darmadağın olacaktır.”[9]

 

Dipnotlar

[1] Burada kastedilen ‘Tanrı’nın bile 10 prensibi var’ vurgusu, tanrının Musa peygambere gönderdiği 10 emirdir. 

[2] Dr Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım. Altındağ Yayınevi, İstanbul 1967. Cilt 3 s 1034-1035.

[3] A.g.e

[4] Şeyh Said hadisesini ve bu tarihteki Musul meselesi konusunda, “İngiliz ve Fransız Arşiv Belgeleriyle Şeyh Said İsyanı’’ adlı ayrı bir çalışmamız vardır. Bu çalışmada söz konusu mevzuları belgeleriyle detaylıca anlatmaya çalıştık ve bu konuda burada fazla detaya girmeye gerek görmedik.

[5] SHD Archives de la Guerre Dossier GR 7 N Volume 3254-3272.

[6] SHD Service Historique de la Défence, Archives de la Guerre 7N3110 Révolte Cheikh Said- Soulevemnet de Gendj.

[7] SHD Arcives de la Guerre, Situation de la Turquie, GR20N Volume 217.

[8] Bernard Kuchner, Fransa eski dışişleri bakanı, 02.11.2017 tarihli Paris’te yapılan Kürt ve Kürdistan konulu konferans konuşması.

[9] W. Rupert Hay, Two Years in Kurdistan 1918-1920 (Kürdistan’da iki yıl 1918-1920) Londra 1921 s 45-46

Yayın Tarihi: 12/07/2023