PolitikART
Toplum-Politika

Kolonyalist karşılaşmalarda Kürtlük manzaraları

PolitikART Özel
Selaheddîn Biyanî
Kimliğimizi, bize ait olanı en yamuk halleriyle gözümüze sokan kolonyal şiddet, damgalanma ve yanlış tanınma korkusu, Türklüğün mikro-etnik militarist sergilerinden sınıf içlerine kadar geniş bir uzama yayılmış ve yayılmaya devam etmektedir. Tarih boyunca Kürtlerin Türklükle her teması, devletin örgütlediği bir karşılaşmadan ziyade Kürtlerin doğrudan devletle bir karşılaşmasıdır!

‘Ulus devletlerin bayrakları birer soykırım çağrıcısı, ulusal marşları ise yüceltilen bir üst kimliğin diğer bütün kimlikleri geçersiz kıldığı bir faşizm uğultusudur…’

- John Zerzan

 

Silopi, 2006

 

Türk, Arap ve Fars ulus kimliğinin yekpareliğini ve ahengini bozan bir leke ve ulusal bayraklarının ortasında kapanmayan bir gedik gibi duran Kürt ulusallığı, Türk, Arap, Fars milliyetçilikleri ile karşılaştığı gün başlamıştır. Ortada henüz modern anlamda bir ulus mefhumu yokken Ehmedê Xanî’nin ‘Ev qulzema Rom u Behra Tacîk gava dikin xuruc u tehrîk / Kurmanç dibin xwîn û mutellax / Wan jêkvedikin mîsalê berzax’ dizesi, yaklaşık 375 yıl önce bile Kürtlerin Fars ve Türk egemen devletlerinin savaş ve kapışma alanına dönüştürdükleri Kürdistan’da yaşanan iki taraflı yıkıcı etkisine karşı Kürtlük dünyasından yükselen bir itiraz ve toplumsal birlik çağrısı olarak okunabilir. Dolayısıyla ‘siyah ancak beyazla karşılaştığında siyah olur’ ilkesi dolayımsız biçimde Kürtlüğün; Araplık, Türklük ve Farsilik ile her karşılaşmasında kendini göstermiştir diyebiliriz.

Kürtlerin sürekli başkalarının sömürgeci kodlarıyla tanımlanma ve onların belirlediği öznellik alanına sabitlenmesine karşı geliştirdiği itirazın bugün paradigmal ve pratik düzeydeki sonucunun Xwebûn ısrarı olması tesadüf değildir. Foucault, biyopolitikayı anlatırken aynı zamanda kapitalist modernite, sömürgecilik ve faşizm arasındaki kopmaz bağı de deşifre eder. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Kurdistan’a ilk giren devlet kurumlarının sağlık ocakları, mahkemeler/cezaevleri ve yatılı bölge okulları olması bu gerçekliğin en belirgin tarihsel çıktılarıdır.

Türk toplumunun kendini algılayışı değiştiği an Kürtlerin de kendine bakışı değişecektir. Türk iktidarının varoluş biçimi ve hakikati ile yüzleşmesi noktasında Kürt hareketi ona büyük bir değişim fırsatı vermektedir. Fakat Türk kitleleri Kürt hareketinin kendilerine açtıkları bu zemin üzerinden dönüşecekleri yerde daha fazla içe kapanmakta, soykırım dahil bütün tasfiye seçeneklerini aralarında konuşacak kıvama gelmektedirler.

Bugün Türklüğün Kürtlük tanımları iki ilişkisellik ve kavramsallaştırma üzerinden kendini üretmektedir. Birincisi, Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar Kürdistan’da askerlerin ve devlet memurlarının abartılmış bir anılar repertuarı ile gazete/televizyonlarda Kürtlerin biçimsiz temsilleri üzerinden oluşturulmuş bir algılar dizgesidir. İkincisi ise Türkiye şehirlerinde Kürtlerin ve Türklerin karşılaşma mekanlarında ortaya çıkan ‘tanıyarak dışlama’ stratejisinin ürettiği ve Kürtlüğe dair hakikatin yamultulup tersyüz edilerek yeniden üretildiği toplumsal bir bakıştır. Her iki kategori algısal/kavramsal düzeyde faşizmin ilk hakikati öldürmesinin en somut örnekleri olarak bütün gündelik hayatımıza sirayet etmiştir. Gerçekliğin yerine fantastik kurguyu ikame etmiş egemen bakışta yenilmişliğine, uzlaşmışlığına, teslimiyetine karşı çıkış ve çare arayacağına olan bitenin bütün faturasını direnene kesen kurnazlık/sahtekarlık kendini yeniden üretmektedir. Bu bakışın sahibi, söylem ve tavır olarak direnenden nefret ederken bilinçaltında direnene gizli hayranlık duyan zihinsel ve duygusal yarılmanın sarkacında yuvalanmıştır. Irkının ve ulusunun yüceliğini Kürtlüğün düşük özelliklerinin (?) üzerine inşa eden etik sapmanın dayandığı son nokta ‘Kürt anasını görmesin’ şakacılığından İzmir’in en işlek caddesinde kurulan masalarda imzaya açılan ‘Kürtler Kısırlaştırılsın’ kampanyalarının dehşetli gerçekliğidir. Heybetli dağlarda yürürken ayaklarından gelen kart kurt sesleri yüzünden Kürt ismi konulmuş Oğuz Boyu ve emperyalizm tarafından kandırılmış kardeşler retoriğinden sosyal medya üzerinde ‘Tehcir Uygulansın’ telkinin sıradanlaştığı gündeliğin içinde halkların kardeşliğine dair kuşkuların günbegün büyüdüğü mayınlı bir tarlada birbirimize çarpa çarpa yürümeye devam ediyoruz.

Kenan Evren mitinglerine zorla götürüldüğümüz çocukluk günlerimizde şehrin muhtelif yerlerinden kadınlar ve çocuklar da mitinge bir şekilde getirtilirdi. Söz konusu aşırı resmi, aşırı ciddi, aşırı bayraklı, mütemadiyen hizaya gelmeyi salık veren bu devletli törenlerde oraya neden getirtildiğini dahi bilmeyen kadınların ve çocukların bedenlerini görünmez kılmak için, göze çarpmamak için mitingin arka taraflarına dizilişleri beyaz ile siyahın kesişiminde yaşanan yarılmanın en bariz göstergeleridir! Simgesel bir şiddet saldırısı altında kendini ifade edememe, şive bariyeri yüzünden dilsizleşme, sözün tökezlemesi ilkokul sıralarından her Kürt çocuğuna bir şekilde tevarüs etmiştir. Kimliğimizi, bize ait olanı en yamuk halleriyle gözümüze sokan kolonyal şiddet, damgalanma ve yanlış tanınma korkusu, Türklüğün mikro-etnik militarist sergilerinden sınıf içlerine kadar geniş bir uzama yayılmış ve yayılmaya devam etmektedir. Tarih boyunca Kürtlerin Türklükle her teması, devletin örgütlediği bir karşılaşmadan ziyade Kürtlerin doğrudan devletle bir karşılaşmasıdır!

Birbirine en zıt kimliklerin bile melezleştiği bu çağda, iktidarların bizleri ezmesi, sınırlaması, belli bir öznelliğe sabitlemesi direniş için yeterli gerekçeler olmaktan çıkmıştır. Çünkü iktidarın yarattığı öznellik sınırları içerisinden muhalefet etmek ‘ben zaten mücadele ediyorum’ yanılsamasını da yaratabiliyor. Kürtlerin özgürleşme mücadelesini sadece ekonomi ve devlet ölçeğine sıkıştırmak ya da salt ulusal kurtuluş söylemi üzerinden tanımlamak da derde çare olmuyor. Kürt mücadele aklının kendini politik bir özne olarak inşa ederken Kürtlük gibi derin ve kapsamlı bir meselenin epistemolojik, psikolojik, dilbilimsel, cinsel, dinsel, psikanalitik alana gömülü olan yerlerinde keşfe çıkması boşuna değildir. Hakikatin aranarak bulunamayacağı, hakikatin inşa edildiği gerçeği bu keşif kollarının en önemli işaret levhaları olmaya devam etmektedir.

 

Enver Özkahraman’ın 1973 yılında Hakkari’de çektiği fotoğrafta şehrin neredeyse yarısını kaplayan dört bina cezaevi, askeri kışla, hükümet konağı ve yatılı bölge okuludur.

 

Özellikle Türkiye kentlerinde yaşayan Kürtlerin gündelik yaşamın içinde Türklük ile karşılaşma deneyimleri ve ortaya çıkan manzaralar yukarıda belirtilen keşif yolculuğundaki bütün dinamikleri bir bir gün yüzüne çıkarmaktadır. Devletin doğasında içkin olan şiddettin toplumsal alana nasıl nakşedildiğinin göstereni Kürtlerin sokağa her çıkışında yüz yüze geldikleri toplumsal olana yayılmış olan mikro faşizm gerçekliğidir. Kürtlerin Türklük ile her karşılaşmasında ‘ben senden farklıyım’ demek zorunda bırakılması, Kürtleri sürekli bir kimlik, toprak, kültür ve dil savunusuna da zorlamaktadır. ‘He Kürdüm, Kürdistanlıyım ve bölücüyüm!’ restleşmesine kadar giden zorlanma hali Kürde cinnet geçirten faşizmin konuşturmaya zorlamasının dolayımsız bir sonucu olarak ortaya çıkar! Çünkü sokaktaki faşistin dili/grameri elinde idam ipleriyle meydan meydan gezen, her TV programında ‘siz terörist diyebiliyor musunuz?’ diye homurdanan zatı muhteremlerin lümpenliklerinden ve faşistliklerinden damıtılmıştır.

Ezen ulus ile her karşılaşmada sadece kültürel savunuya geçip yaşanan siyasal/ekonomik eşitsizliğin ve melezliğin üzerinden atlamak ne kadar büyük bir tuzak ise bütün meseleyi salt siyasal/ekonomik bağlama sıkıştırıp kültürel çözülme gerçekliğinden teğet geçmenin tuzakları da o denli büyüktür. İçine kapandıkça kapanan bir yerellik savunusu ile sürekli Kürtlüğün üzerinden atlayan bir evrensellik sarkacında duran Kürtlük dünyası, kültürel bağlamda özellikle son yüz yılda önemli oranda kan kaybetmiştir. Bastırılan, yasaklanan ve yazma alanından dışlanan Kürt dili, kamusal ve sivil alandan yontulan Kürtlük imajları, tarihin uzun aralıklarında bastırılan Kürt öznelliğinin artık küresel bir imparatorluk olarak tanımlanan kapitalist modernitenin büyük taarruzunun elbette yaşanan bu yıkımdaki payı yadsınamaz. Dolayısıyla Kürt Hareketinin altermodernite savunusu aynı zamanda anti modernist güçlerin yerellik savunuculuğu ile modernitenin evrensellik savunusuna karşı bir itiraz olarak okunabilir. Kürt Özgürlük Hareketinin yarattığı etki ve güç düşünüldüğünde bugün yaşanan bütün bu durumların eski jargonlarla salt asimilasyon politikasına indirgenmesi bizi ‘bugünün hakikatinin’ kıyısına bile yaklaştırmaz. Kürt hareketinin uzanımsal gücü, devleti ve/veya kapitalist moderniteyi bir özneleştirme telaşına da sürüklemiştir. Kürtlük imajlarının bugün sadece düğünlerde, Newrozlarda ve mitinglerde kendini gösteren birer nostaljik özlem imgesine dönüşmüş olması, otooryantalist Kürtlüğün hızma takan, şalvar giyen ve pezkovî imgeleriyle bezenmiş sosyal medya imajları Kürtlüğü eski tarihlere özgü bir imgeler toplamı olarak tarihselleştirip bugüne ait olmaktan çıkarmaktadır. Bir taraftan konfora yaslanarak Kürtlük üreten bir ‘hükümsüz imajlar’ nostaljisi, öbür tarafta ise geçmişin bütün birikimini bugüne içkin kılan ve şimdiki oluşun deltasını güçlü ırmaklar gibi besleyen ‘esaslı bir mücadele’ içinden her şeyi var eden bir Kürtlük ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla Ehmedê Xanî ve Cegerxwîn şiirinin yanı başına Mayakovski ve Rilke’nin şiirlerini elbette ekleyeceğiz fakat koca bir ulusal direniş üzerinden inşa edilmiş bir halk ve kültür gerçekliğini yılda bir defa kutlanan Kürt Kıyafet Günü gibi komikliklere de kurban etmeden!

 

Irkçı Türklerin Kürtlerle ilgili paranoya düzeyinde şüpheci/kaygılı olmalarının hatta Kürtlerden bu denli korkmalarının en büyük nedeni Kürtlerin kendileriyle Türkleri de dönüştürme potansiyeline sahip olmalarıdır; bu korku kesinlikle yersiz değildir! Kaldı ki bugün Kürt Özgürlük Hareketinin yarattığı ‘ifade’ gücüne karşı en büyük itirazın bu kesimlerden ve dahası kendini sol olarak tanımlayan seküler/ulusalcı Türklük dünyasından gelmesi de bu korkunun yersiz olmadığının kanıtıdır. Kürtlerin kültürel ve politik haklarının tanınması demek, devletin yüz yıllık kanlı tarihiyle yüzleşmesi ve aynı zamanda Türklük başta olmak üzere bütün kurucu ilkelerinin yeniden tanımlanması anlamına gelmektedir. Resmi tarihin tersyüz olması demek kurgusal bir kurum olan Türklüğün çökmesi ve baştan sona kendini yeniden tanımlaması demektir. Türk toplumunun kendini algılayışı değiştiği an Kürtlerin de kendine bakışı değişecektir. Türk iktidarının varoluş biçimi ve hakikati ile yüzleşmesi noktasında Kürt hareketi ona büyük bir değişim fırsatı vermektedir. Fakat Türk kitleleri Kürt hareketinin kendilerine açtıkları bu zemin üzerinden dönüşecekleri yerde daha fazla içe kapanmakta, soykırım dahil bütün tasfiye seçeneklerini aralarında konuşacak kıvama gelmektedirler. Elinde hiçbir ırkçı sayıklaması kalmadığında ‘Kürtler çirkindir, kokuyorlar’ komikliğine sarılan bu zayıflığın ve çaresizliğin saldırıldığı yer aslında Kürt bedeni değil, inkâr ettikçe daha büyük bir kudretle üstüne gelip uykularını kaçırtan Kürdistan’ın bedenidir!

Özyönetim direnişleri sırasında duvarlara yazılan ve sosyal medyada faşist hesaplar tarafından yoğunca kullanılan ‘Hey fistanlılar neredesiniz? Sizlere fistan giydirip oynatacağız!’ söylemi, faşizmin Kürtlere ve kadınlara duyduğu bileşik nefretin bir çıktısıdır. Son yirmi yılda Türkiye’de yaşanan kadın kıyımının boyutu ile Kürt nefreti arasındaki ilişkiselliği en iyi tanımlayan ülkenin iç işleri bakanı olmuştur: ‘Kürt hareketi bir kadın hareketidir!’ Irk ve toplumsal cinsiyetin kesişim noktalarını hesapladığımızda toplumsal cinsiyet sorununu mücadelenin asli meselesi haline getirmemiş anti sömürgeci bir yaklaşım sömürgeciliği asla yıkamaz. Kaldı ki kapitalist modernite bağlamında düşündüğümüzde toplumsal cinsiyetin nasıl kurucu bir nitelik taşıdığı da tartışmasızdır. Dolayısı ile Kürt hareketinin kadın hareketi olması onu tam da bu bağlamda bir sınıf hareketi haline getirir ve faşizm ‘direnen sınıfsallıktan’ nefret eder! Kürt kadın hareketine karşı benzer reflekslerin Kürt sağını temsil eden kesimlerden gelmesi karşıt gibi görünen ama kadın meselesinde erkek ortak paydasında buluşan düşman kardeşler metaforunu hatırlatır. Sağcı Kürt erkek, benzeri olan Türk erkek aklının ürettiği kadınlaştırma söylemine katılır ve bu durum kendi içinde son derece tutarlıdır da. Çünkü Kürt sağının talep ettiği şey, karşıtı olan Türk sağ aklını olduğu gibi Kürtlüğe kopyalamaktadır.

Kürtlük ile Türklük arasındaki karşılaşmalarda Türklük tarafı, düzenleyen, tanımlayan, kategorize eden, algı/duygulanımlar yaratan, benlik imajlarını inşa eden, özneler arası değer farkını belirleyen, bilgiyi üreten, gündelik olanı kendine göre yeniden kuran, iktidar ağlarını ören tarafı temsil eder. Bu eşitsiz ilişkide bütün tanım ve inşa Kürtlük üzerinden gerçekleştiği için kurucu özne yine Kürtler olmaktadır. Bu çıldırtan karşılaşmada Kürtlerin duygu ve algıyı değiştirme kudretini her an elinde tutan anti sömürgeci epistemolojisi devreye girdiğinde Türklüğün elinde kalan tek şey şu olur: Bölücüsünüz ve Kuzey Irak’a gidin!

Özellikle sosyal medya üzerinden Kürt bedenine yönelmiş nekropoolitik pornografi gösterilerinde sarı torbalar ve bombalarla paramparça edilmiş insan cesetlerini gözümüze sokan faşist için ötekini ‘bedensel bir atık’ ya da ‘yüce ulusun haşeratı’ olarak görmenin insanı bizzat ‘bedensel bir atığa’ ya da ‘faşist bir haşerata’ dönüştüreceği gerçeği umurunda değildir. Çünkü faşizm tarih boyunca kendi kurucu şiddetini bizzat düşmana uygulanan vahşet imgeleri üzerinden inşa etmiştir. Kolonyal şiddetin kurucu ve deneyimsel bir şiddete dönüştüğü bu ülkede belirli ağlar üzerinden toplumsallığa yayılan faşizm, bizzat gündelik olanın içinde saldırganlık, hor görme ve aşağılama ritüelleri üzerinden nefret politikasını sürekli dolaşıma sokmuştur. Toplu ulaşım araçlarında alçak sesle Kürtçe konuşma hali Türklüğün faşizm ve damgalama blokajı iken Kürdün dünyasında ise ‘başımı derde sokmadan ineceğim şu lanet olası durağa varayım’ endişesinin dışa vurumudur.

 

Colemêrg 1981 & Kenan Evren Huzur ve Güven Mitingi & Foto: Enver Özkahraman

 

Hakkari’de çocukken subay ve polis çocuklarını eğlendirmek için gönüllü gladyatörler gibi birbirimizle kavga ettiğimiz o günlerden bizleri bugüne taşıyan devrimci fikriyatın mimarları Kürtlüğün onur ve haysiyet mücadelesini dünyalılaştırırken öte taraftan medya kanalıyla birçoğu zihinsel engelli olan Kürt bireyleri televizyon programına çağırarak onlarla dalga geçip bu yolla beyazları eğlendiren bir Kürt soytarılık furyası başlatılmıştır. Bu yönüyle bugün Kürdün savaşı, bir nevi devrimci ciddiyetin sömürge soytarılığına karşı savaşıdır da aynı zamanda…

Sömürgeci sadece sömürge alanını haritalandırmak, tanımlamakla kalmaz aynı zamanda sosyal kalıpları/yapıyı ve sömürge bireyinin kendine bakışını da bozar. Kendi içimize her baktığımızda söylendiği gibi ve bize dayatıldığı gibi olmadığımız gerçeği ortaya çıkar. Fanon, ‘sizin bakışınız sömürgecinin egemen kodları tarafından inşa edilmişse istediğiniz kadar anadilinizle konuşun konuşan siz değil her zaman sömürgeci olacaktır’ derken tam da buna işaret eder. Alter/demokratik modernite paradigması, direnişin önceliğini gösterge olarak, “şimdi ve burada” inşa ettiği için hiçbir zaman gösterene dönüşmez. Ancak bir kapma aygıtı olan devlet tarafından ‘Kürt Soytarılar’ birer gösteren olarak kapılmıştır. Soytarı, beyazlar konforlu ve sıcak odalarında daha fazla kahkaha atsın diye olağanüstü performans sergilerken aynı saatlerde Ankara’da ülkeyi ve mücadeleyi dert edinmiş başka bir Kürt, toplu ulaşım aracında ziyaret ettiği internet siteleri görünmesin diye telefon ekranını gizlemek için olağanüstü başka bir performans sergiler. Bu iki hikâye aynı hayatın içinden akarken, bir hakikat kendini sürekli bize hatırlatır: Kürdün Türklükle her karşılaşması bizzat devletle karşılaşmasıdır!

 

Yayın Tarihi: 02/01/2025