PolitikART
Toplum-Politika

Kimin için Self Determinasyon? Lozan Antlaşması, Kürt Sorunu ve Uluslararası Hukukta Irk Meselesi

Sayı: 318
Cevat Dargın
Lozan Antlaşması'nda Kürtlerin kaderini kendi aralarından seçtikleri temsilciler değil, onlar adına Türkler ve İngilizler kendi etnik gruplarının iktidarına dayanan devletlerinin lehine tayin etmişlerdir.

Türkçeye “kendi kaderini tayin ilkesi” olarak çevrilen “the principle of self-determination,” fikri düzeyde Aydınlanma Çağı'nın dönüştürücü bir ürünüdür. Aydınlanma düşünürleri, geleneksel otoriteyi reddederek yönetilenlerin rızası ve bireylerin kendi çıkarlarını gözetme özgürlüğüne dayalı bir yönetimi savunmuşlardır. Jean-Jacques Rousseau gibi felsefeciler, “Toplum Sözleşmesi” olarak bilinen teorik yaklaşımlarında siyasi otoritenin halkın genel iradesinden kaynaklandığını ve bireylerin kendilerini yöneten yasaların şekillendirilmesine katılma hakkına sahip olduğunu savunmuşlardır.[1] Bu halk egemenliği ve demokratik yönetim fikri, o zamandan beri modern siyaset teorisinin temel bir unsuru haline gelmiş, uluslararası yasal çerçevelere ve sınırlı bir oranda iç hukuka da dahil edilmiştir.[2]

Kendi kaderini tayin ilkesi, 18. yüzyılın sonlarında gerçekleşen Fransız ve Haiti Devrimleri ile ABD’nin bağımsızlık savaşı üzerinden, ilk olarak Avrupa ve Kuzey Amerika kıtalarında gündeme gelmiştir. 19. yüzyılın ortalarından itibaren, Avrupa'da yaygınlaşan sosyal hareketlerle başlayıp günümüze kadar devam eden bir süreç boyunca çeşitli etnik, dilsel ve dini grupların kendi kimliklerini ve siyasi özerkliklerini savunma süreciyle birlikte geniş kitleler arasında popülerlik kazanmıştır.

Kendi kaderini tayin ilkesinin dünyanın her köşesine ulaşmasını sağlayan önemli gelişmeleri kronolojik sırayla değerlendirecek olursak: 1870'lerde İtalya ve Almanya'daki çeşitli prensliklerin birleşerek birer ulus haline gelmeleriyle beraber Avrupa merkezli emperyalizm yarışının giderek yaygınlık kazanması, Birinci Dünya Savaşı ile beraber hanedanlık ilkesiyle yönetilen Osmanlı, Habsburg ve Rusya gibi imparatorlukların çöküşü, Bolşevik Devrimi, iletişim araçlarının yaygınlaşması ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında kolonyal imparatorlukların dağılması tarihsel açından öne çıkan süreçler ve dönüm noktalarıdır.[3] Özellikle Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra imzalanan Versay Antlaşması'nda bu ilke halkların kendi kaderlerini belirleme ve bağımsız devletler kurma hakkı olarak tanımlanmış, nihayetinde uluslararası hukukun bir parçası haline gelmiştir.  

“Kendi kaderini tayin ilkesi”, sıradan bir hak olmadığı için, bir kavram olarak tanımlanabilmesi de oldukça zor ve hatta belki de imkânsız bir olgudur.[4]  Bu karmaşıklığı anlamak için öncelikle sosyalist lider Lenin'in ve siyasal liberalizm öncüsü Wilson'ın konu hakkındaki görüşlerini ele alacağım. Daha sonra, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla beraber giderek artan bir şekilde Wilson'ın yaklaşımıyla şekillenen mevcut uluslararası hukuk ile ırk meselesi arasındaki bağlantıyı irdeleyeceğim. Son olarak, ırk ve uluslararası hukuk arasındaki ilişkinin doğasına odaklanacağım. Bu ilişkinin sonuçlarını daha iyi anlayabilmek için mevcut politik düzenin “ötekileri” olarak kabul edilen ve güç temelli hiyerarşik ilişkiler ağı içinde sadece “sorun” olarak görülen toplulukların durumunu Kürtler üzerinden, Sevr ve Lozan antlaşmaları bağlamında açıklamaya çalışacağım.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra […] kendi kaderini tayin ilkesine dayalı ulus-devletlerin ortaya çıkması ırksal ve etnik ayrışmaların keskinleşmesine sebep olmuştur. Aynı sürecin bir parçası olarak, çeşitli topluluklar uluslaşırken, bazı topluluklar da azınlık olarak kabul edilmiştir.

Lenin ve Wilson için Self-Determinasyon

20. yüzyıl boyunca dünya siyasetinin şekillenmesinde en etkili olan iki isim, Vladimir Lenin ve Woodrow Wilson, siyasi ideolojileri ve tarihsel bağlamları temelinde kendi kaderini tayin konusuna farklı yorumlar getirmiştir. Lenin, kendi kaderini tayin hakkını emperyalizme karşı savaşmanın ve sosyalist devrimi gerçekleştirmenin bir aracı olarak görmüş ve bu doğrultuda ezilen ulusların bağımsız devletler kurma hakkını savunmuştur. Lenin, bu hakkı emperyalist güçleri zayıflatmak, ezen ve ezilen uluslar arasında eşitliği sağlamak için taktiksel bir araç, geçici bir süreç ve sonuç olarak işçi sınıflarının evrensel birliğine giden yolda bir basamak olarak görmüştür.[5]

Wilson'ın self-determinasyon anlayışı ise ulus-devlet oluşturma odaklıdır, sistemsel istikrarı ve ulusal grupların haklarını korumayı öncelikli tutmuştur.[6] Ancak; Wilson'un Batı medeniyetinin üstünlüğüne ve ırklar arasında hiyerarşik ilişkilerin gerekliliğine olan inancı, Avrupalı kolonyal devletlerin eski Osmanlı topraklarında–bugünkü Ortadoğu'da yarı sömürgeci bir yönetim biçimi olan mandacılık sistemini uygulamalarına yol açmıştır.[7] Hem dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon ve hem de Amerika Birleşik Devletleri başkanı Wilson farklı ırkların bir arada yaşamasının mümkün olmadığı ve hatta bunun tehlikeli olduğu inancına sahiptiler.[8] Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra onların bu yaklaşımlarla ortaya koydukları kendi kaderini tayin ilkesine dayalı ulus-devletlerin ortaya çıkması ırksal ve etnik ayrışmaların keskinleşmesine sebep olmuştur. Aynı sürecin bir parçası olarak, çeşitli topluluklar uluslaşırken, bazı topluluklar da azınlık olarak kabul edilmiştir.

Lenin'in kendi kaderini tayin yaklaşımına dayalı olarak kurulan Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla birlikte, Ruslar da dahil olmak üzere birliği oluşturan toplulukların çoğu, Wilson'ın temsil ettiği homojen etnik veya dini topluluklara dayalı ulus devletler kurdu veya kurmaya çalıştı. Böylelikle, 21. yüzyıla gelindiğinde Wilson'un öncülük ettiği yoruma dayanan kendi kaderini tayin ilkesi, yani farklı ırkların bir arada yaşamasının imkânsız ve hatta tehlikeli olduğu görüşü dünya genelinde hâkim bakış açısı haline geldi. Böylelikle; Fransız Devrimi ile siyaset sahnesine çıkan, milliyetçilik ideolojisine paralel olarak çeşitli dönemlerde ve coğrafyalarda koşullara göre değişip dönüşen kendi kaderini tayin olgusu, yaklaşık son 200 yıldır dünyanın her köşesine etki etmiştir. Bu süreçte, bazı topluluklar ulus, diğerleri ise azınlık olarak tanımlanmış olsa da bu ilke etrafındaki tartışmalar ortaya çıktığı dönemlerden bugüne süregelmiştir.

Sevr'den Lozan'a Geçiş

Ulus-devletlerin oluştuğu ve dünyaya yayıldığı bu tarihsel süreçte, Kürtler gibi kendi etnik kimliklerine dayalı bir devlete sahip olmayan toplulukların durumu, kendi kaderini tayin etme ilkesi ve buna dayalı olarak oluşmuş olan uluslararası hukukla ilgili temel soruları gündeme getirmektedir.[9] Milliyetçilik ideolojisinin Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı yaşayan topluluklara etki etmeye başladığı 19. yüzyılın ortalarından itibaren, Kürtler genellikle devletlerarası anlaşmalarda bir “sorun” olarak görülmüşlerdir. Ancak Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun İngiltere'nin başını çektiği galip devletlerle imzaladığı Sevr Antlaşması (1920), uluslararası hukukta Kürtlerle ilgili istisnai bir yaklaşıma işaret eder. Bu antlaşmada, modern tarihte ilk kez ve şimdiye kadar son kez, Kürtlerin belirli koşullar yerine getirildikten sonra kendi kaderini tayin etme ilkesi çerçevesinde bağımsız bir devlete sahip olabilecekleri anlaşmaya imza atan devletler tarafından kabul edilmiştir.[10]

Mustafa Kemal önderliğindeki Türk ulusal hareketi Yunanlar karşısında zafer elde ettikten sonra Sevr Antlaşması'nı tanımadığını ilan ederek, o anlaşmaya taraf olan Osmanlı dışındaki diğer devletlerle Lozan Antlaşması'nı (1923) imzalamış ve bu şekilde Kürtlerle ilgili süreç rafa kaldırılmıştır. Yeni antlaşmada Kürtlerden bahsedilmediği gibi, Kürtler azınlık olarak da tanınmamıştır ve azınlık statüsü sadece bazı gayrimüslim topluluklar için geçerli olmuştur.[11] Sevr Antlaşması'ndan Lozan Antlaşması'na giden bu süreç, “Kürt sorunu” olarak bilinen meselenin tarihsel gelişimini, güncel durumunu ve uluslararası hukuktaki karşılığını anlamamız açısından önemli bir kaynaktır.[12]        

Kürtlerin bu süreçteki deneyimi, modern dünya sisteminin dayandığı ulus-devlet yapısının çıkmazlarına “kimin için kendi kaderini tayin?” sorunsalı özelinde işaret etmektedir. Ulus ve devlet arasında doğal bir uyumun olduğu savına dayanan mevcut sistem hem ulusun hem de devletin kolayca ve açıkça tanımlanabileceğini varsaymaktadır.

Bahse konu olan süreç, Birinci Dünya Savaşı sonrası antlaşmaları imzalayan tüm tarafların savunduğu kendi kaderini tayin ilkesinin gizemini ortadan kaldırmaktadır. Kürtlerin bu süreçteki deneyimi, modern dünya sisteminin dayandığı ulus-devlet yapısının çıkmazlarına “kimin için kendi kaderini tayin?” sorunsalı özelinde işaret etmektedir. Ulus ve devlet arasında doğal bir uyumun olduğu savına dayanan mevcut sistem hem ulusun hem de devletin kolayca ve açıkça tanımlanabileceğini varsaymaktadır. Burada bu kavramları ayrıntılı olarak tartışacak yer olmadığından, gerçekliğin bu varsayımlardan çok uzak olduğunu belirtmekle yetineceğim.

Lozan’dan Kalan Miras

Esasen değinmek istediğim konu, Wilson'ın ırklar arası bir hiyerarşiye dayanan ve farklı toplumların bir arada yaşayamayacağı inancıyla yoğrulmuş yaklaşımının, mevcut uluslararası hukukta kendi kaderini tayin kavramının baskın yorumu haline gelmiş olmasıdır.[13] Bu anlayışa göre; hangi toplumların bağımsız bir devlete sahip olacağına, hangilerinin azınlık olacağına ve hangi toplulukların bu kategorilerin dışında kalacağına karar verme yetkisi, o toplumların üyelerinin değil, yerel-bölgesel-küresel güç dengelerini kendi lehlerinde tutan gruplara aittir.[14] Kürtler örneğine bakacak olursak, Lozan Antlaşması'nda Kürtlerin kaderini kendi aralarından seçtikleri temsilciler değil, onlar adına Türkler ve İngilizler kendi etnik gruplarının iktidarına dayanan devletlerinin lehine tayin etmişlerdir. Halkın %93’ünün bağımsızlık lehinde oy kullanmış olmasına rağmen, 2017 yılında Irak'ın Kürdistan bölgesinde gerçekleşen bağımsızlık referandumundan sonra yaşananlar, Lozan Antlaşması’nın üzerinden bir asır geçmiş olsa bile ırklar arası hiyerarşik anlayışa dayanan kendi kaderini belirleme ilkesinin uluslararası hukuktaki işleyişinde herhangi bir değişikliğin olmadığını göstermektedir.[15]

Lozan Antlaşması'nda Kürtlerin kaderini kendi aralarından seçtikleri temsilciler değil, onlar adına Türkler ve İngilizler kendi etnik gruplarının iktidarına dayanan devletlerinin lehine tayin etmişlerdir.

Kürtlerin Sevr Antlaşması'ndan Lozan Antlaşması'na geçiş süreciyle bağlantılı olarak kendi kaderini tayin olgusuna dair daha kapsamlı bir sorgulamaya ihtiyaç vardır. Bu antlaşmalara taraf olan güçlerin ve antlaşmalar sonrasında ortaya çıkan yeni devletlerin benimsediği kendi kaderini tayin etme ilkesinde belirleyici bakış açısı “toplulukların karıştırılmaması” (unmixing of peoples) olmuştur. Bu, Birinci Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşen barış görüşmelerinde en etkin pozisyonda olan İngiltere’yi temsil eden Lord Curzon'un öncülük ettiği bir bakış açısıdır. İngiltere’nin Ortadoğu politikasında çok önemli rolleri olan ve 1919'dan itibaren dışişleri bakanlığı görevini yürüten Lord Curzon'un öncülük ettiği yaklaşımı Wilson da benimsemiştir.[16] Bu anlayış doğrultusunda, homojen topluluklar yaratma hedefi üç temel yöntemle gerçekleştirilmiştir: Soykırım, nüfus mübadelesi ve zorla asimilasyon. Nitekim, Lozan Antlaşması'nın mirası, bu üç sosyal mühendislik yöntemini de içermektedir.[17]

Lozan Antlaşması'nın zaman geçtikçe ehemmiyeti artan ‘miraslarından’ ilki Kürt meselesi ise, ikincisi Alevi meselesidir. Kürtler ve Aleviler, Lozan Antlaşması ile uluslararası hukuk bağlamında resmiyet kazanan Türkiye Cumhuriyeti'nde baskın olan Türklük ve Sünnilik kimliklerinin dışında kalan en büyük iki topluluktur. Ancak, antlaşma bu iki topluluk hakkında herhangi bir ifade içermemektedir. Antlaşmada kullanılan “azınlık” kavramı, Ermeniler, Yahudiler ve Rumlar gibi Müslüman olmayan üç etnik-dinsel topluluğa uygulanırken, Sunni (bazı akademisyen ve aktivistlere göre Müslüman) olmadıkları halde Aleviler (Ezidiler ve Asuriler ile birlikte) bu kavramın dışında bırakılmıştır.[18] Antlaşma, Türk devletine Kürtlerin ve Alevilerin  yaşadığı topraklar üzerinde tam egemenlik tanıyarak bu grupları görünmez kılmış, Achille Mbembe'nin deyimiyle, “yaşayan ölüler” (living death) haline getirmiştir.[19] Böylelikle, Kürtlere ve Alevilere yönelik şiddet, imha ve asimilasyon politikalarının uygulanmasının yolunu açmıştır.

Sonuç Yerine 

Kendi kaderini tayin ilkesinin ırk kavramıyla olan ilişkisi, mevcut siyasi düzen açısından Mbembe'nin tarif ettiği sonuçların ortaya çıkmasında belirleyici rol oynamıştır. Uluslararası hukuk ile ırk meselesi arasındaki sorunlu ilişki son zamanlarda bazı akademik çalışmalarda ele alınmış olsa da özellikle Ortadoğu bağlamında bu ilişkinin kapsamlı bir şekilde ortaya konulması için yeterli çalışmalar yapılmamıştır.[20] Kendi kaderini tayin ilkesinin sosyal bilimlere yansıyan hali, Kürt sorunu gibi örnekler üzerinden güncel uluslararası hukuktaki yansımasıyla test edildiğinde, açık ve net çelişkilere işaret etmektedir. Ortadoğu çalışmalarının sosyal bilimlere kazandırmış olduğu Oryantalizm eleştirisinde dahi bu bağlamı sorgulayan bir yaklaşım görmek zordur. Literatürde Ortadoğu bağlamında yapılan çalışmaların çoğu, Avrupa ve Kuzey Amerika’da kölelik, siyahilik, yerlilik ve beyazlık üzerinden gelişen ırkçı pratikleri sorgulamadan Ortadoğu'ya uygulamakla yetinmiştir.[21]

Ortadoğu'da yaygın olan ırkçılık anlayışında, Avrupa ve Amerika bağlamında bahsettiğimiz faktörlerin etkisi göz ardı edilemez; ancak etnisite, dini kimlikler, coğrafik aidiyetler ve soy temelli dinamikler, bu bölgede gelişen ırka dayalı düşünce ve pratiklerde çok daha yaygın bir şekilde etkili olmuştur. Örneğin, Kürtlerin dağlarla ve Bedevilerin çöllerle özdeşleştirilmesiyle gelişen ırksal süreçler, coğrafi aidiyet kavramının Ortadoğu ırkçılığındaki önemine işaret eder. Benzer şekilde, Ezidiler, Kıptiler, Aleviler, Zerdüştler ve Dürzilere yönelik tutumların gelişim süreçleri ve Şii-Sunni ayrımının modern dönemde kazandığı anlamlar da dini kimliklerin Ortadoğu ırkçılığındaki önemine işaret eder. Bunlarla birlikte, modern Ortadoğu'da görece en yaygın şekilde ırksallaştırılmış (racialized) kimlik, hiç kuşkusuz etnisitedir. Araplık, Türklük, Kürtlük ve İranilik (Farslık) tüm kimlikler içinde en çok ırksallaştırılmış olanlardır.[22]

Irk ve kendi kaderini tayin ilkesi arasındaki çelişkili ilişkiye dayanan ulus-devlet düzeni, Orta Doğu ve diğer post-kolonyal bölgelerde yaşanan çatışma ve gerilimlerin en önemli nedenlerindendir. Bölgedeki birçok devlet yönetimi, kısmen yerel dinamiklerin modern dönemdeki dönüşüm süreçleri ve kısmen de kolonyal dönemin bir mirası olarak, kendi sınırları içinde bulunan baskın etnik veya dini grupların çıkarlarına öncelik vermektedir. Bu durum, genellikle birçok ülke arasında bölünmüş ve azınlıklaştırılmış toplulukların yaşadığı bölgelerde çatışmalara sebep olmaktadır.[23]

Literatürde Ortadoğu bağlamında yapılan çalışmaların çoğu, Avrupa ve Kuzey Amerika’da kölelik, siyahilik, yerlilik ve beyazlık üzerinden gelişen ırkçı pratikleri sorgulamadan Ortadoğu'ya uygulamakla yetinmiştir.

Çeşitliliğin sorun olarak görülmediği dolaylı yönetim ilkesine dayalı imparatorluklardan, çeşitliliğin bir tehdit unsuru olarak algılandığı ve doğrudan yönetim ilkesine dayalı ulus-devletler sürecine geçişin yerel dinamikleri bastırarak bölge ötesi dengeler tarafından şekillendirilmiş olması, Ortadoğu ve diğer post-kolonyal coğrafyalardaki çatışma ve gerginliklerin tezahüründe hayati roller oynamaktadır. Bununla beraber, aynı devlet çatısı altında veya aynı ulus tanımı içinde bulunmak istemeyen topluluklar da benzer sebeplerden dolayı zorunlu bir birlikteliğe tabi tutulmuş ve bu zorunlu birliktelik de çatışma dinamiğinin başka bir boyutunu temsil edegelmiştir.   

Sonuç olarak; Kürtlerin özerklik veya bağımsızlık mücadelesi, diğer marjinalleştirilmiş toplulukların baskın grupların hegemonyasına meydan okumasına ilham vermiş ve Orta Doğu'da çeşitli yapılar arasında güç ve nüfuz için rekabetin yaşandığı karmaşık ve değişken bir sosyo-politik manzara oluşmuştur. Siyasi ve hukuki egemenliğin kendi kaderini tayin ilkesinin ırklar arası bir hiyerarşiye ve toplulukların bir arada yaşayamayacağı fikrine dayanan bir yaklaşım üzerinden temellendirilmesi, günümüz dünya sisteminin şekillenmesinde etkisi olan diğer tüm faktörlerin ötesinde bir role sahiptir.

Dipnotlar

[1] Jean-Jacques Rousseau, The Social Contract. Translated by G. D. H. Cole. (London: J. M. Dent & Sons, 1762).

[2] Zubeida Mustafa, “The Principle of Self-Determination in International Law.” The International Lawyer 5, no. 3 (1971): 479–87; Elizabeth Rodríguez-Santiago, “The Evolution of Self-Determination of Peoples in International Law,” 201-240, in Fernando R. Tesón (Ed.), The Theory of Self-Determination (Cambridge: Cambridge University Press, 2016); Lee C. Buchheit, Secession: The Legitimacy of Self-Determination (New Haven, London: Yale University Press, 1978); Kalana Senaratne, Internal Self-Determination in International Law: History, Theory, and Practice (Cambridge: Cambridge University Press, 2021).

[3] Neil MacFarlane and Natalie Sabanadz, “Sovereignty and Self-Determination: Where Are We?” International Journal 68, no. 4 (2013): 609–27

[4] Oskar Halecki, “The Problem of Self-Determinism.” Proceedings of the American Philosophical Society 87, no. 2 (1943): 194–98.

[5] Burkhard Olschowsky, Piotr Juszkiewicz, and Jan Rydel, “Vladimir Ilyich Lenin and Woodrow Wilson on the Self-Determination of Nations,” 149–70, in Central and Eastern Europe after the First World War (Germany: Walter de Gruyter GmbH, 2021).

[6] Allen Lynch, “Woodrow Wilson and the Principle of ‘National Self-Determination’: A Reconsideration.” Review of International Studies 28, no. 2 (2002): 419–36.

[7] Leonard V. Smith, “The 'Unmixing of Peoples,” in Sovereignty at the Paris Peace Conference of 1919, 143–179 (Oxford: Oxford University Press, 2018); Gary Gerstle, “Race and Nation in the Thought and Politics of Woodrow Wilson,” in John Milton Cooper, Reconsidering Woodrow Wilson: Progressivism, Internationalism, War, and Peace, 93­–124 (Washington, D.C.: Baltimore: Johns Hopkins University Press, 2008).

[8] 1917 yılındaki bir toplantıda, Wilson şu ifadeleri kullanmıştır: “Türkiye [Osmanlı Devleti], farklı ırklardan oluşan bir yığın gibi, Avrupa'yı sürekli olarak endişede tutan gerçek bir yaban arısı yuvasıdır.” Woodrow Wilson, The Papers of Woodrow Wilson 43 (New Jersey: Princeton University Press, 1983), 469. Wilson'ın aynı yıl başka bir görüşme sırasında da Türkiye (Osmanlı Devleti), bölünecekse, bunun savaşan taraflar arasında değil, ırksal dinamiklere göre yapılması gerektiği önerisini kabul ettiği belirtilmektedir. Woodrow Wilson, The Papers of Woodrow Wilson44 (New Jersey: Princeton University Press, 1984), 378­–79.

[9] Charles Tilly, “National Self-Determination as a Problem for All of Us.” Daedalus 122, no. 3 (1993): 29–36.

[10] Dylan Evans, “The Kurdish Quest for Independence and the Legality of Secession Under

International Law,” Washington University School of Law 19, no. 2/4 (2021): 289–309.

[11] Lerna Ekmekcioglu, “Republic of Paradox: The League of Nations Minority Protection Regime and the New Turkey’s Step-Citizens.” International Journal of Middle East Studies 46, no. 4 (2014): 657–79

[12] Othman Ali. “The Kurds and the Lausanne Peace Negotiations, 1922-23.” Middle Eastern Studies 33, no. 3 (1997): 521–34; Denise Natali, The Kurds and the State: Evolving National Identity in Iraq, Turkey, and Iran (Syracuse University Press, 2005).

[13] Erez Manela, The Wilsonian Moment: Self-Determination and the International Origins of Anticolonial Nationalism (Oxford: Oxford University Press, 2007); Siba N’zatioula Grovogui, Sovereigns, Quasi Sovereigns, and Africans: Race and Self-Determination in International Law (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1996).

[14] Charles Tilly, “War Making and State Making as Organized Crime.” In Bringing the State Back In, edited by Peter B. Evans, Dietrich Rueschemeyer, and Theda Skocpol, 169–91 (Cambridge: Cambridge University Press, 1985).

[15] Surhan Al, “İsrail, 2017 Irak Kürdistanı Bağımsızlık Referandumunu Neden Destekledi? Ontolojik Güvenlik Çerçevesinden Bir Değerlendirme,” Mülkiye Dergisi, 45 no. 3 (2021): 559–586.

[16] Leonard V. Smith, “The “Unmixing” of Peoples,” in Sovereignty at the Paris Peace Conference of 1919, 143–179 (Oxford: Oxford University Press, 2018).

[17] See, Uğur Ümit Üngör, The Making of Modern Turkey: Nation and State in Eastern Anatolia, 1913-1950 (Oxford: Oxford University Press, 2011); Ronald Grigor Suny, They Can Live in the Desert but Nowhere Else: A History of the Armenian Genocide (Princeton, NJ: Princeton University Press, 2015); Aslı Iğsız, Humanism in Ruins: Entangled Legacies of the Greek-Turkish Population Exchange (Stanford, CA: Stanford University Press, 2018); and Murat Yüksel, “Forced Migration and the Politics of Internal Displacement in the Making of Modern Turkey: The Case of Dersim, 1937–1947.” Phd diss., Columbia University, 2008.

[18] Ramazan Turgut, “Bir Halkın Göç Hikâyesi: Süryanilerin XX. Yüzyılda Türkiye’den Avrupa’ya Göç Süreci,” Mukaddime, 7 no. 2 (2016): 275–294.

[19] Mbembe İsrail’in Filistinlilere uyguladığı siyeseti nekroiktidar anlayışının en gelişmiş örneği olarak görmektedir. Achille Mbembe, Necropolitics [Nekropolitika] (Durham: Duke University Press, 2019), 92.

[20] Justin Desautels-Stein, The Right to Exclude: A Critical Race Approach to Sovereignty, Borders, and International Law (Oxford: Oxford University Press, 2023); Makau Mutua, “Critical Race Theory and International Law: The View of an Insider-Outsider,” Villanova Law Review 45 no.5 (2000): 841–53; Penelope E. Andrews, “Making Room for Critical Race Theory in International Law: Some Practical Pointers.” Villanova Law Review 45, no. 5 (2000): 855­–886; Christopher Gevers, “"Unwhitening the World": Rethinking Race and International Law,” UCLA Law Review 67 no. 6 (2021): 1652-1685; Carola Lingaas, The Concept of Race in International Criminal Law (New York, NY: Routledge, 2020); Siba N’zatioula Grovogui, Sovereigns, Quasi Sovereigns, and Africans: Race and Self-Determination in International Law (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1996); Urs Matthias Zachmann, “Race and International Law in Japan's New Order in East Asia, 1938–1945.” In Race and Racism in Modern East Asia, 453–73 (Leiden: Brill, 2013); Noura Erakat, Darryl Li, and John Reynolds, “Race, Palestine, and International Law.” AJIL Unbound 117 (2023): 77–81; Gregory Shaffer, “Capitalism, International Law, Race, and China's Rise: Afterword to the Foreword by Karen Alter.” International Journal of Constitutional Law 20 no. 1 (2022)): 52–59; Robert Knox, “International Law, Race, and Capitalism: A Marxist Perspective.” AJIL Unbound 117 (2023): 55–60.

[21] Bernard Lewis, Race and Slavery in the Middle East: An Historical Enquiry (New York: Oxford University Press, 1990); Eve Troutt Powell, A Different Shade of Colonialism: Egypt, Great Britain, and the Mastery of the Sudan (Berkeley: University of California Press, 2003); Terence Walz and Kenneth M. Cuno, Race and Slavery in the Middle East: Histories of Trans-Saharan Africans in Nineteenth-Century Egypt, Sudan, and the Ottoman Mediterranean (Cairo: The American University in Cairo Press, 2010); Eve Troutt Powell, Tell This in My Memory: Stories of Enslavement from Egypt, Sudan, and the Ottoman Empire (Stanford, CA: Stanford University Press, 2012)

[22] Nazan Maksudyan, Türklüğü ölçmek: bilimkurgusal antropoloji ve Türk milliyetçiliğinin ırkçı çehresi, 1925-1939 (İstanbul: Metis, 2005) ve “Racial Anthropology in Turkey and Transnational Entanglements in the Making of Scientific Knowledge: Seniha Tunakan’s Academic Trajectory, 1930s–1970s.” History of the Human Sciences 36, no. 2 (2023): 154–77; Murat Ergin, Is the Turk a White Man?: Race and Modernity in the Making of Turkish Identity (Leiden; Brill, 2016).

[23] Eve M. Troutt Powell, “Ignore the Poets at Your Peril: A Reflection on Neither Settler nor Native; The Making and Unmaking of Permanent Minorities.” Journal of Palestine Studies 51 no.1 (2022): 78–84.

Yayın Tarihi: 09/07/2023