Yaşamını yitirenlerin sayısı birer birerden onar onar sayılmaya başlanıyor artık. Üzülemiyoruz. Nasıl üzülelim? Kimin yası tutulacak şimdi? Ailesini korumak isterken üzerine kolon düşen babanın mı yası? Annesini ziyarete giderken göçüğe gömülmüş evladın mı yası?
İbn Haldun’un “Coğrafya kaderdir” sözünü Türkçeye çeviren Ahmet Hamdi Tanpınar’ın mezar taşında şu sözler yazılıdır: “Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında.” 6 Şubat günü yaşanan iki büyük depremin ardından söylenen yaygın ifadelerden ikisi şuydu: “Kaderimizde bu varmış” ve “Zaman öyle kötü bir zaman ki başımıza bunlar geldi.” Depremin sonuçlarından çok, ilahi sebeplerine açıklama getirme ihtiyacı insanları rahatlatıyor gibiydi. Peki deprem olduktan sonra nasıl bir zaman algısı oluştu? Çoğunu hatırlamıyorum.
İlk gün dondurucu hava koşullarında Adıyaman merkeze gittiğimizde sokaklarda battaniyeye sarılı halde dolanan insanların çaresizliği gece karanlığına kadar devam etti. Ortada halen arama-kurtarma ekibi yoktu. Kadere zoraki müdahale etmek isteyenler kazmalarla, küreklerle betonlara ve zamana karşı savaşıyordu. İlk günü fırsata çevirebilecek, enkaz altındaki yaralı canları kurtarabilecek yalnızca sivil insanlar vardı sokakta: “En azından donmalarını engelleriz”. Çünkü ortada halen arama-kurtarma ekibi yoktu.
“Bir hafta önce rüyamda ölülerin şehirde dolaştığını gördüm” diyor enkazdan inen biri. Etrafa bakıyorum, şehri saran toz bulutu sert yağmurla inatlaşıyor. İnsanlar ölü gibi oradan oraya geziniyor. Şehirde ölüler dolaşıyor.
Dondurucu soğuk artık dayanılmaz bir hal almış, canlı ve cansız her şey donmuş. Saat kulesine bakıyorum, saat 04.17’de donmuş. “Ne içindesin zamanın, ne de büsbütün dışında” diyorum bozuk saate göre 04.17’de. Kendi kaderini değiştirmek isteyenler kazma-kürek sallamaya devam ediyor.
İkinci gün şehri ikiye bölen yoldan ilerliyoruz. “Muhtemelen ekipler bugün insanları kurtarmaya gelmişlerdir” diyorum içimden. Yok. Ortada hâlâ arama-kurtarma ekibi yok. Merkeze toplanmış birkaç vinç ve kepçe zoraki bir şeyler yapmaya çalışıyor. Zaman hızlıca akıyor, kadere yön vermek mümkün.
Yanan bir ipin üzerinde yürüyor gibi hissediyorum. Belki elleriyle kazıyarak belki de enkaz altında birer karıncaya dönüşerek kendi çabasıyla canlı çıkanlar da oluyor, dışarıda kadere rest çekip mucizeye inanarak didinenlerin gayreti ile çıkarılanlar da. Sevinemiyoruz. Yaşamını yitirenlerin sayısı birer birerden onar onar sayılmaya başlanıyor artık. Üzülemiyoruz. Nasıl üzülelim? Kimin yası tutulacak şimdi? Ailesini korumak isterken üzerine kolon düşen babanın yası mı? Annesini ziyarete giderken göçüğe gömülmüş evladın yası mı? Mekanın hafızasına gömülü bütün insan ilişkilerini, dostlukları, o insanların olası anılarını, akrabaları düşünürken irkilerek hatırlıyorum tekrar: Ortada halen arama-kurtarma ekibi yok.
“Üçüncü günün kerameti vardır” derler. Arama kurtarma ekipleri nihayet gelebilmiş. Depremden kurtulup donarak ölenlerin ardından, kendi çabalarıyla yakınlarını hayatta tutanların ardından, tutamayan ve hayata tutunamayanların ardından nihayet gelebilmişler. Kafamın içinde İranlı yönetmen Abbas Kiarostami’nin ‘Arkadaşımın Evi Nerede?’ filminden fragmanlar dolaşırken, tanımaya çalışıyorum evleri. Kurgu ile gerçeklik arasında konumlanmaya çalışırken altı katlı blok yapının önünde buluyoruz kendimizi. Lime lime olmuş binanın önünde hayatımda ilk defa Japonlar hakkında bu kadar sık konuştuğumu fark ediyorum. Japonya’da depremin etkisi teknolojiyle ölçülürken Adıyaman’da kaderle ölçülüyordur. Coğrafya gerçekten kader midir? Yok, değildir.
Dördüncü gün zamanın artık tamamen kaybolduğu, anlamsızlaştığı güne tekabül ediyor. Yardımlar geliyor, insanlar kurtuluyor, insanlar ölüyor… Tanıklığı kanıtlamak için çekilen video kayıtları ölüleri diriltmiyor. Tanıklık nedir peki? Ölümü yakın bir ihtimal olarak yaşayanların ölülerle kurduğu son temas mı? Auschwitz’ de insanların ölmediğini, aksine daha çok cesetlerin imal edildiğini iddia eden Agamben, burayı kurban ile celladın sefalet kardeşliği yaptığı bir deney alanı olarak görüyordu. Belki de bir şiddet alanı.
Ölme biçimleri, bir kepçenin ağzıyla enkazdan çıkarılan, morg yetmezliğinden yol kenarında bekletilen battaniyeye sarılı kurbanlarda şekil buluyor. Organlarını kaybedenler çevresindeki insanlara depremi hatırlatacak olmanın lanetiyle yaşamaya başlıyor. Hayata devam eden herkes tıkanmanın, takılı kalmanın, yeniden doğmanın ve kendi evinden kovulmuş olmanın kaderle alakasını sorguluyor. Bu sorgu bir yanıta ulaşacak mı?
Yedinci veya sekizinci gün, emin değilim. Bir baba durmadan yıkılan evini görmeye gidiyor, bu evi birilerine göstermeye çabalıyor. İnsanları kolundan tutup enkazın önüne çekiştiriyor. Bıkmadan defalarca anlatıyor olanı ve bitmeyeni. Tekrar tekrar gidiyor enkaza, doyamıyor. Bir bavul alıyor eline, oğlunun yırtık fotoğrafını, birkaç ufak tefek eşyayı sığdırıyor oraya. Tüm evi o bavula sığdırmış gibi teselli buluyor. ‘Arkadaşımın Evi Nerede?’, bu soruyu Kiarostami’den devralırken bavula evini sığdıran baba bir daha uğramıyor enkaza ve şöyle söylüyor: “Hayat Devam Ediyor”, 1990 İran depremini anlatan filmde söylendiği gibi.
Auschwitz’den sonra şiir yazmanın mümkün olmadığını söyleyen Adorno kendi adına mı konuştu yoksa toplama kamplarındaki vahşeti yaşayanlar adına mı? Mehmet’in ölmeden önce yazdığı son dizeler bu soruya zamansal bir yanıt veriyor: Sonrasında değil, ama öncesinde şiir yazmak mümkün.
“Sis içinde görünen eğreti koca yapı,
Kenetlenmiş duvarla kocaman ahşap kapı.
Molozlarla bezenmiş dolmuş her duvar dibi,
Kapısı, dişsiz kalmış bir devin ağzı gibi.”
Bu dizeleri okuduğumda şiire olan öfkem iki katına çıkıyor, şiire kızıyorum. Coğrafyanın dayattığı kaderle insanların yarattığı mucizeler arasında gidip geldiğimiz bir zamandayız artık. Ne içinde ne de büsbütün dışındayız zamanın. İlk teselliyi onu kazıyarak belki de şiirde aramaya başlıyoruz yine.
Ardından “Kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde” diyen İsmet Özel’e teselli veren Yaşar Kemal’i hatırlıyorum: “Elbet bir gün, bizim de köyümüzde beyaz badanalı, bir evimiz olur…”
Yayın Tarihi: 13/04/2023