PolitikART
Toplum-Politika

İktidar İmgesinden Etno-Dine Mekânsal İzlekler - IV

PolitikART Özel
Ramazan Çeper
Türkiye genelinde sulanabilir oran yüzde 54 iken Kurdistan'daki arazinin sulanabilir oranı yüzde 12’dir. Bu şu anlama gelir: Devlet enerjiyi barajında tutar, sulama yapmaz, yaptırmaz, elektrik üretim kısmından yararlanır ve bunu satar. Ama suyu barajlarda kamulaştırarak tarımı bu şekilde bitirir.

 

IV. Bölüm: Suyun siyaseti ve mekânsal kolonizasyon

 

Barajlar

Barajların, kaynakların sömürgeleştirilmesi ve kontrolünün yanı sıra, Chul Han’ın “Şiddetin topolojisi” kavramına müracaatle, makro ölçekte uygulanan topolojik bir şiddet biçimi olduğunu söyleyebiliriz. Barajları, nehirlerin sömürgeleştirilmesi olarak tanımlayan Vandan Shiva, “suyun kontrolünü topluluklardan alıp merkezi hükümetlere kaydırmanın, nehirleri ve insanları sömürgeleştirmenin popüler bir aracıdır” diye tanımlar (Shiva, 2007:75).

Barajlar suyun kontrolü ve sömürgeleştirilmesinin yanı sıra, bir mekânsal düzenleme aracı olarak kullanılması neredeyse hiç değerlendirilmeyen boyutlarındandır. Oysa barajların kapsadığı alanların gökyüzünden çekilmiş fotoğraflarına bakıldığında, devasa topografik alanların tamamen yer değiştirdiğini ve iki yönlü görüntünün hâkim olduğunu, bunlardan birincisini tamamen sular altında bırakılan alanlar kadar, bir suyun kesildiği ve bu sebeple tamamen çölleşmiş alanlar olduğunu görürüz. Yani suyun doğal akış mecraları bloke edildiğinden, suyun kesildiği devasa alanlar börtü-böceğinden flora ve faunasına kadar her şey zamanla ölüp kururken; suyun dağ geçitlerinde önünün kesilmesi sonucu devasa alanlar göle dönüşüp tamamen sulara gömülüyor. Bu uygulamanın makro ölçekli olarak Kurdistan coğrafyasının her tarafında uygulandığı düşünüldüğünde, o eski yemyeşil coğrafyanın bir kısmı Kalahari Çölü’ne dönerken, bir kısmı da Bangladeş'in su taşkınları altında kalan bölgelerine dönüşmektedir.

Şüphesiz bu sömürgeci devletin yürüttüğü etnik savaşın topografik yanıdır. Bir coğrafyanın külliyen yok edilmesinin, sadece üzerinde yaşayan insanları sürgün etmenin değil, bütün canlılarıyla, eko-sistemiyle yerle yeksan etmenin nekromanik stratejisidir. Bu nekromanik yönelimin sonuçlarının anlaşılabilmesi için şu soruları sormamız gerekiyor: Barajlar kaç bin hektar toprağı sular altında bırakmıştır? Oradan göç edenler için kaç bin hektar alan açılmıştır? Bu barajların yüzde 85'i neden Kurdistan coğrafyasında yapılmıştır? Kurdistan'da akıp üzerinde baraj yapılmayan tek bir ırmak kalmış mıdır? Doğal su akışının kesildiği ve bu sebeple çölleşen hektar oranı nedir? GAP’tan günümüze kadar barajların su altında bıraktığı yerleşim yerlerinden göç eden toplam nüfus kaç milyondur? Yine barajlar sonucu iklim ve hava koşullarında ne tür değişimler yaşanmıştır? Yerel yağışlar ne kadar düşmüştür? Yer altı suyu istilası sonucu yer altı sularının ömrü ne kadardır? Tuzlanma oranı nedir?

Suyunu içtiğimiz bir çeşmenin, gölgesinde dinlendiğimiz bir ağacın, kırlarında dolaştığınız bir alanın bizim için bir karşılığı yok mu? Dahası, yurtseverliğimizi bu coğrafi mekândan izole tanımlayabilir miyiz? O halde bu “topografik şiddet”, sadece coğrafyaya değil, insani değerlerimize de bir saldırı anlamına gelmiyor mu?

Her insan bir eko-sistemin parçasıdır. Eko-sistem bireyin şekillenme tarzında önemli bir yer tuttuğu gibi, toplumsal kültür ve değerler de eko-sistemle diyalektik bir ilişki temelinde gelişir. Üzerinde yaşadığımız coğrafya özellikleri hikayelerimize, fabllarımıza, inanç ve değerlerimize yansır, bizi şekillendirir. Örneğin, bütün proto-Kürt inançlar neden güneş merkezlidir? Mitraizmden, Zervenizme, Mezdaizmden, Zerdüştlüğe kadar ateş ve güneşin kutsal olmasının nedeni Kurdistan coğrafyasının soğuk ve dağlık olması değil midir? Bu coğrafya Arabistan gibi çöl ve sıcak olsaydı, ateş kutsal olmaktan ziyade cehennemin bir parçası sayılmaz mıydı? Hiçbir antropolojik okuma üzerinde yaşanan coğrafyanın özelliklerinden azade yapılamaz. Kültür ve değerlerimizden kullandığımız aletlere, barındırdığımız mekânlardan inşa ettiğimiz mimariye kadar tümü yine coğrafyanın spesifik yanlarıyla sıkı sıkıya ilişki halindedir. Örneğin, çöl olan coğrafyalarda evler kerpiçten, dağlık coğrafyalarda taştan, tropik iklimlerde saz ve kamıştan yapılır. Sevgi ve esenlik dileklerinden nefret ve beddualara, söz kalıplarından deyimlere kadar üzerinde yaşadığımız coğrafyanın özellikleri tümüne siner, şekillendirir, semantik hafızasını meydana getirir. Örneğin, sıcak bir iklimde yaşayan insanların selamlaşma, esenlik dileme veya sevgilerini ifade ederken “sıcacık duygularla...” dediğini duydunuz mu? Soğuk iklimlerde yaşayanlar bu ifade biçimini kullanırken sıcak iklimlerde yaşayanlar daha ziyade “serin duygularla...” diye ifade eder.

Türkiye genelinde sulanabilir oran yüzde 54 iken Kurdistan'daki arazinin sulanabilir oranı yüzde 12’dir. Bu şu anlama gelir: Devlet enerjiyi barajında tutar, sulama yapmaz, yaptırmaz, elektrik üretim kısmından yararlanır ve bunu satar. Ama suyu barajlarda kamulaştırarak tarımı bu şekilde bitirir.

Özetle içinde yaşadığımız eko-sistem, kültür ve değerlerimizden inanç yapımıza, düşünme biçimlerimizden kendimizi ifade etme tarzlarımıza kadar bizi çok yönlü etkiler. Peki bu eko-sistemin tamamen değiştirilmesi bütün kültür ve değerlerimizi yerle yeksan etmez mi? Kimliğimizi oluşturan değerleri üzerinde yaşadığımız coğrafyadan nasıl ayrı ele alabiliriz? Sosyo-psikolojide “kendileme” kavramı kullanılır. Kendileme insanın temasta bulunduğu, yaşadığı veya uğradığı bir mekânı sahiplenmesi, onu pisko-sosyal yapısının parçası olarak anlamlandırması sürecidir. Fakat “kendileme” bir mekânın veya alanın fiziksel yapısından ziyade, ona yüklenen anlamla oluşur. Peki suyunu içtiğimiz bir çeşmenin, gölgesinde dinlendiğimiz bir ağacın, kırlarında dolaştığınız bir alanın bizim için bir karşılığı yok mu? Dahası, yurtseverliğimizi bu coğrafi mekândan izole tanımlayabilir miyiz? O halde bu “topografik şiddet”, sadece coğrafyaya değil, insani değerlerimize de bir saldırı anlamına gelmiyor mu?

GAP biraz geri bir projeydi ve sadece GAP kapsamında 22 baraj yapıldı. Devlet yatırımlarında sulama güya birinci sırada yer alır. Sulamayı barajlarla tekelleştirir. Türkiye genelinde sulanabilir oran yüzde 54 iken Kurdistan'daki arazinin sulanabilir oranı yüzde 12’dir (Çiçek, 2021:199). Bu şu anlama gelir: Devlet enerjiyi barajında tutar, sulama yapmaz, yaptırmaz, elektrik üretim kısmından yararlanır ve bunu satar. Ama suyu barajlarda kamulaştırarak tarımı bu şekilde bitirir. Kurdistan bir su ülkesi ve en eski kutsal kitaplardan olan Tevrat'ta bile cennetten geçen 4 ırmaktan bahsederken (Pişon, Gihon, Dicle ve Fırat) Kurdistan'da akan Dicle ve Fırat’ı sayarak, bu coğrafyayı bir cennet mekânı olarak tasvir eder. Türk devleti bu cennet mekânını Afrika çöllerine çevirmeye ahdetmiştir.

Dünyadaki tüm baraj projelerinden farklı olarak, Kurdistan'da yapılan barajlar kalkınma değil, aksine imha ve savaş aparatı olarak kullanılmaktadır. Öyle ki, dünyada baraj projeleri, Bayındırlık, Çevre ve Tarım Bakanlığı gibi kurumları ilgilendirirken, Türkiye'de “Terörle Mücadele Yüksek Kurulu” diye o dönem icat edilen özel savaş kurumuna devredildi.

“Ilısu” olarak tanımlanan Hasankeyf Barajı Projesi devreye konulduğunda, bir askeri proje olarak öne çıkarılıp, esas amacın gerillanın geçiş güzergahlarını sular altında bırakmak olduğu (Taraf Gazetesi 20 Ağustos 2008) ifade edildi. Esas amacın o bölgede yaşayan bütün halkı göçe zorlamak, Kürt tarihini sular altında bırakmak, en verimli tarım arazileri ve topografyayı çölleştirmek olduğu zaten tüm baraj projelerinin asli hedefindedir. Bunun ırkçı bir proje olduğunu, bu meselelerle küresel çapta ilgilenen Hintli aktivist ve düşünür Vanda Shiva bile görüp tespit edebiliyorken, bu ülkenin duyarlı insanları neden sadece bir yönüne dikkat çekiyor? Shiva, “Ilısu Barajı Hadisesi etnik savaşlarla suyun ne kadar iç içe olduğunu göstermektedir. Bu baraj orada yaşayan 78 bin insanı yerinden edecek ve tarihi bir kenti sular altında bırakacak” demektedir (Shiva, 2007:97).

Shiva’nın, Hasankeyf Barajı yapımı için söylediği “Etnik savaşlarla suyun ne kadar iç içe olduğunu göstermektedir” sözü Türk devletinin Kürt’e karşı yürüttüğü etnik savaşta suyu bir savaş cephesi olarak kullanması anlamına gelir. Dünyadaki tüm baraj projelerinden farklı olarak, Kurdistan'da yapılan barajlar kalkınma değil, aksine imha ve savaş aparatı olarak kullanılmaktadır. Öyle ki, dünyada baraj projeleri, Bayındırlık, Çevre ve Tarım Bakanlığı gibi kurumları ilgilendirirken, Türkiye'de “Terörle Mücadele Yüksek Kurulu” diye o dönem icat edilen özel savaş kurumuna devredildi.

Bu barajların Kürt tarihi ve değerlerinin yoğunlaştığı tüm alanları sulara gömmesi, devletin bu etnik savaşta tarihsel hafızaya yönelmesi ve Kürt’ü belleksiz bırakma emelini ortaya koyar. Bugün Kürt tarihinin neolitiğe ait önemli yerleşim yerleri olarak bilinen Çemê Xalan, Çayönü Arkeolojik alanı, Newala Çorî, Kommagene, Merwanî merkezi ve UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası listesine aldığı Hasankeyf baraj suları altında bırakılan yerlerdendir.

Arundhati Roy, barajları kitlesel imha silahlarıyla aynı kategoride ele alır: “Nükleer bombaların bir ulusun askeri cephaneliği için anlamı ne ise, büyük barajların o ulusun kalkınması için anlamı da odur. Her ikisi de kitlesel imha silahıdır. Her ikisi de hükümetlerin kendi halklarını denetlemek için kullandıklarıdır. Her ikisi de 20. yüzyılın, insan zekasının onun kendi yaşama güdüsünü saf dışı bıraktığı bir anına işaret eden simgeleridir. Her ikisi de medeniyetin kendisine dönen habis sonuçlarıdır” (Shiva, 2007:87).

Roy’un kitle imha silahı benzetmesi barajların toprakta yarattığı tahribatın etkisi dolayısıyladır. Birincisi, barajlarda tutulan suyun doğal akış mecrasının kesilmesi sebebiyle barajların kapladığı fiziki coğrafyanın birkaç katı alanı tamamen susuz bırakılarak kıraç arazilere dönüşmektedir. İkincisi, baraj suları nedeniyle yapılan sulamaların bile tuzlanmaya neden olması ve yine toprağı bitirmesidir. Örneğin, GAP çerçevesinde sulama amaçlı Harran Ovası'na akıtılan su, devasa baraj göllerinde oluşan tuzlanmadan ötürü, amaçlananın aksine var olan toprak ve yeşilliği de yakıp kurutma gibi bir ekolojik yıkıma neden olmuş ve tarım alanı olarak bilinen Harran Ovası’nı kupkuru çöle çevirmiştir.

Ancak Roy’un vurgusu teknik savaş amaçlı devreye konulan baraj projeleri için değil, kapitalist üretim amaçlı yapılan yanlış hesapların yarattığı ekolojik yıkımlara atıf amaçlıdır. Yani kasıtlı bir kötü niyet değil, kapitalizmin dünya çapında 1960’larla başlattığı ve “yeşil devrim” adı altında devreye koyduğu endüstriyel tarım için yapılan baraj projelerini yarattığı geri dönüşümsüz tahribata atıftır. Oysa Kurdistan'da peş peşe devreye konulan ve tüm coğrafyayı kapsamış olan barajlar etnik bir savaşın parçası olarak her birinin amaç ve hedefi, yine yapımı durumunda Kürt’ün nelerini ortadan kaldıracağı önceden tek tek hesaplanıp raporlaştırılarak devreye konulur. 

M. Sait Yıldırım bu raporlardan 1970'lerde GAP projesi dolayısıyla barajların “tarihi yok etme silahı” olarak nasıl kullanıldığından örnek verir. Yıldırım, 1970'li yıllarda Turgut Özal'ın başbakanlık müsteşarı olarak görev yaparken, dönemin başbakanı Süleyman Demirel ile bu konuda sunduğu bir rapordan bahseder. Bu raporda “Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde yapılması planlanan barajlar öyle noktalara inşa edilmeli ki Kürt tarihine, kültürüne ait ne varsa sular altında bırakılmalı, Böylece Kürtçülük nedeniyle başı hep ağrıtılan devlet rahata kavuşturulmalı” denilmektedir (Yıldırım, 2011: 312). Hatta söz konusu raporda stratejik noktaların neresi olduğunu, yani hangi yerlerde baraj inşa edilirse daha çok tarihi mirası tutacağı konusunda somut önerilerin de yer aldığını aktarır. Bu rapor sunulduktan uzun yıllar sonra farklı amaçlarla basına sızdırılır. 

Kürtlük ve kötülük arasında kurulan ilişkisellik, Kürt’ün yaşadığı coğrafya, mekân, tarih, kültür, simge ve sembollerinin tümünün de Türko-sentrik bir yaklaşımla “iç kolonizasyon” alanına çevrilmesine neden olmuştur. Kötülüğün karşıt ucu olarak kurgulanan Türk öznesinin fiilleri de buradan temize çekilmektedir.

Aynı durum Ilısu denilen Hasankeyf sürecinde de açığa çıktı. Ortada uluslararası hukuk (en eski “Justinyanus kanunları”ndan başlayarak günümüze gelen yığınla mevzuat) olmasına, sadece yerel halk değil, uluslararası düzeyde yoğun tepki, protesto eylemleri, bu protesto eylemleri sonucunda projeden çekilen kimi şirketler ve en önemlisi UNESCO’nun bölgeyi Dünya Kültür Mirası listesini almasına rağmen, Türk devleti “Ne pahasına olursa olsun o barajı yapacağız” demiştir. Bu gözünü tek bir şeye, Kürt düşmanlığına dikmiş ve bununla hipnotize olmuş Türk ırkçıların vardığı düzeyi gösterir. Bu ırkçılık öyle bir illettir ki, tüm gerçeği teğet geçer, özneyi kendisiyle çelişkili hale getirir. Örneğin, 1971’de bu devletin kendisi Munzur Vadisi’ni Milli Park ilan eder. Ama ne zaman ki buranın tarih, kültür ve doğal güzellik bakımından Kurdistan’ın en nadide yerlerinden biri olduğunu[i] fark eder, 85 kilometrelik Munzur Vadisi ve çevresinde tam 8 baraj yapmak için seferberlik havasına girer. Bu ırkçılık öyle bir illettir ki, söz konusu Kürtler olunca fetihçi ecdatlarının sloganlarına sarılmaktan ve nekromanik ezberleri tekrarlamaktan başka bir şey düşünemiyorlar.

 

 

Mekânsal Kolonizasyon

Kolektivite, aidiyet bağlamları, kimliksel pratiklerin tümü mekân içinde oluşmaktadır. Mekân, bu yönüyle zamanın imgelem ve düşünce dünyalarının yansıdığı bir projeksiyon işlevi görür. Mekân toplumsallığın, politik alanın, kültürel ve düşünsel imgelerin sindiği, vücut bulduğu bir gerçekliğe karşılık gelmektedir. Bu yönüyle nötr bir form değil, aksine politiktir ve toplumsallığın türlü araçları için işlevsel bir araç durumundadır.

Kürtlüğün kötülükle ilişkilendirilmesi, Kürt’ün yaşadığı coğrafyayı kolonyal pratiklerin ve ırkçı örüntülerin deney alanı haline getirmiştir. Çift yönlü kimlik oluşumunda “terör” ve “suç” eylemlerinin oynadığı en önemli rol, Kürtlük ve kötülük arasında sıkı bir bağ kurmaktır. Bu bağ ile hem Kürtlerin kim olduğu ve tüm kötülüklerin onlarla bir şekilde ilişkilendirilerek tanımlanırken, hem de bu “kötülüğün” karşısında konumlanan güçlü, haklı, yenilmez bir Türklük de bu şekilde yapay olarak konulmuş olur. Çoban Keneş’e göre “Hırsız, işbirlikçi, işgalci, geri, gelişmemiş, eğitimsiz, cahil, çıkarcı, kaçakçı, bedavacı, mafyöz” gibi olumsuz özelliklerin Kürtlüğe atfedilmesi, pek çok heterojen çatışmayı Kürt kimliğinde yoğunlaştırarak yer değiştirmelerine sebeptir. (Çoban Keneş, 2015: 73)

Kürtlük ve kötülük arasında kurulan ilişkisellik, Kürt’ün yaşadığı coğrafya, mekân, tarih, kültür, simge ve sembollerinin tümünün de Türko-sentrik bir yaklaşımla “iç kolonizasyon” alanına çevrilmesine neden olmuştur. Kötülüğün karşıt ucu olarak kurgulanan Türk öznesinin fiilleri de buradan temize çekilmektedir. Anadolu'nun manevi tapusunu çıkarma girişimlerine paralel olarak Kürdistan'da da Kürtlere ait tarihi eserleri yıkıp tahrip etme, ortadan kaldırma pratikleri, devlet vandalizminin örgütlü ve planlı bir şekilde Kürt’ün mekânına, coğrafya ve değerlerine, tarihi ve kültürel kalıntılarına karşı açtığı savaşın bir yüzünü oluşturmaktadır.

Anadolu’nun manevi tapusunu çıkarma seferberliğinde, Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’nin de temelini oluşturan, Türk milleti kökenli ve devlet sürekliliğini Osmanlı'ya vurgu yapmadan tarihi çıkış mecrası, illerin atası olarak ifade eden son derece absürt ve banal ırkçılıkla dolu hezeyanlarla insanları eğittiler, eğitim müfredatına yerleştirdiler ve parodileşmiş kurgusal anlatımları kendi secereleri diye bu coğrafyada yaşayan halklara dayattılar. Bu coğrafyanın manevi tapusunu çıkarma girişimi, mekânı tarihsel ve antropolojik çizgilerle yeniden tanımlama anlamına gelmektedir. Bunun ilk adımı olan Türk Tarih Tezi’ni özetlemek gerekirse, bu teze göre bütün büyük medeniyetlerin kaynağı Türklerdir. Avrupa'dan 5 bin yıl önce Yontma Taş devrinden çıkan Türkler, neticesinde Avrupa'ya ulaşmış ve Avrupa'yı mağara yaşamından kurtarmışlardır, onları bu şekilde fikir ve gelişme yoluna sokmuşlardır. Avrupa'ya medeniyeti taşıyan Türkler olduğu gibi, Avrupa medeniyetine kaynaklık ettiği düşünülen Yunan ve Roma medeniyetleri de Türklerin eserleridir. Türkler Truva, Girit, Lidya ve İyonya medeniyetlerini kurmakla kalmaz, Roma'yı da kurarlar. Sümer, Elam, Mısır, Hitit, Suriye, Filistin ve hatta Amerika'ya Bering Boğazı'ndan geçiş yapan Türkler olduğu için tüm bu medeniyetler Türklerin eseridir.

Türkler sarı ırkın değil, beyaz Alpin ırkı mensuplarıdır. Kafaları dolikosefal değil, brakisefaldir. Kafatası ırkçılığı diye bilinen bu kuramlar ışığında mezarları kazıp kafatası ölçümlerine başlamışlardır. Antropoloji bölümü de bu amaçla kurulur[ii] ve Türkiye'de antropoloji dünyadan farklı olarak bir ırk bilimi olarak gelişir (Gedik, 2013: 174) Araştırılan gruplar da araştırma nesnelerine dönüştürülmüş ve bir “iç kolonizasyon” yaratılmıştır. Anadolu'nun kadimliği konusunda arkeoloji kazılar yaparken, fizik antropolojisi ise çıkan iskeletlerin kafataslarının “Türk” olduğu fikrini yaymaya çalışır. Fizik, antropoloji ve arkeolojinin ortak amaçları da Anadolu'nun eskiden beri Türk yurdu olduğunu ispatlamaya yöneliktir. Özellikle Alacahöyük kazıları bu absürt saldırıyı bilimsel bir kisveye büründürme çabasını yansıtmaktadır.

“Kültürel miras” diye Ani Harabeleri’nden bahsedip, orada yaşayan Ermenilerden tek söz etmezler. Uluslararası çapta Anadolu Medeniyetler Sergisi diye arkeolojik sergiler açılır ama o medeniyetleri kuran insanların nasıl yaşadıkları, ne yaptıkları, ne hissettikleri mütemadiyen atlatılmayan konulardandır. Tarih diye oraları nasıl zapt ettiklerini anlatırlar. Çünkü onlar için Anadolu’nun hikayesi, Bizans'a karşı Malazgirt’le başlar.

Türkiye coğrafyasında harıl harıl kafatası ölçümlerine başladıkları, uygarlıkların tapusunu çıkardıkları ve kendilerini cümle aleme medeniyet taşıyan millet olarak ilan ettikleri süreçte, eş zamanlı olarak Kurdistan coğrafyasında da yerleşim birimlerinin köy ve mezralarına, hatta dağına taşına dek isimlerini değiştirip Deleuze ve Guattari’nin ifadesiyle “soylulaştırma” seferberliğine giriştiler. 10. Yıl Marşı’nda geçen “On yılda on beş milyon Türk yarattık her yaştan” sözü, bu coğrafyada yaşayan herkese zorla Türkleştirme, olmuyorsa Deli Dumrul misali sopayla Türkleştirme faaliyetlerinin ikrarıdır. Bu bilimum coğrafyayı “soylulaştırma” seferberliklerinin vaveyla koparmayla, dünyaya nutuk atmayla olmayacağı beyhude uğraşlardı ve kendini cümle aleme kepaze ettikten sonra anladıkları için kısmen[iii] bu faaliyetlerden vazgeçtiler. Zira bu tür meselelerin mahalle kahvesinde dünyaya nizam veren gevezelerin tarzıyla olamayacağını, tarih, kültür, arkeoloji ve antropolojinin konusu olduğunu gördüler. Fakat “Huylu huyundan vazgeçmez” amiyane tabiriyle Deleuze ve Guattari’nin “soylulaştırma” kavramına gene müracaat ettiğimizde, bu sefer coğrafyayı soylulaştırma faaliyetlerini yeniden konfigüre edip, bu coğrafya üzerinde yaşayan halklara amiyane tabirle babasının malı muamelesi yapıp, buradan da kendilerine avanta malzemesi çıkarmaya çalıştılar. Örneğin, Türkiye'nin zenginliklerini, kültürel ve coğrafi özelliklerini dünyaya tanıtırken “coğrafi işaret” olmuş ürünleri tanıtımda ona sahiplik eden otokton kültüründen asla bahsetmezler. “Kültürel miras” diye Ani Harabeleri’nden bahsedip, orada yaşayan Ermenilerden tek söz etmezler. Uluslararası çapta Anadolu Medeniyetler Sergisi diye arkeolojik sergiler açılır ama o medeniyetleri kuran insanların nasıl yaşadıkları, ne yaptıkları, ne hissettikleri mütemadiyen atlatılmayan konulardandır. Tarih diye oraları nasıl zapt ettiklerini anlatırlar. Çünkü onlar için Anadolu’nun hikayesi, Bizans'a karşı Malazgirt’le başlar.

Coğrafi mekânı kolonize etme ve Türko-sentrik bakış açısını dikte etme faaliyetlerinin önemli bir ayağı da Kürt coğrafyasının devlet vandalizmi olarak bilinen, Kürtlerin atalarına ait tüm tarihi mekânları yakıp yıkma, kısacası tahrip edip ortadan kaldırma seferberliğidir. Bu konuda Musa Anter'in Hatıralarım adlı eserine bakıldığında Diyarbakır'dan Hakkari'ye proto-Kürtlere ait tarihi eserlerin nerelerde olduğunun tespiti ve yıkma için askeri erkanın nasıl işe koşturulduğunu tanıkların diliyle anlattığını görürüz. Aynı şekilde Torî’nin İlk Çağ Tarihi ve Hasan Hîşyar Serdî’nin Görüş ve Anılarım adlı kitaplarına bakıldığında, bizzat dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından görevlendirilen ve Kurdistan’ın tüm illerini kapsayan tarihsel eserleri yıkma faaliyetlerinin “Umumi Müfettişlikler” tarafından organize edildiğini ve yıkım sonucunun tek tek raporlaştırılarak devlet yetkililerine gururla sunulduğunu görürüz. Yıldırım da Uygarlık Doğuşunda Kültür ve Kürtler adlı kitabında yukarıda ismini verdiğimiz kaynakların tümünde en çok öne çıkan Abidin Özmen’in organize ettiği yıkım faaliyetlerinden örnekler verilir.

Bu ortak kaynakların tümünde öne çıkan Abidin Özmen’in Kürt tarihi ve kültürünü yok etme faaliyetlerinden birkaç örnek verelim; Abidin Özmen 1935’te bu iş için özel hazırlanıp, İsmet İnönü tarafından Birinci Umum Müfettişi olarak görevlendirilir.  O dönem Birinci Bölge olarak onun sorumluluk alanı olarak belirlenen iller Diyarbakır, Van, Hakkari, Muş, Mardin, Urfa, Bitlis, Şırnak, Siirt illeridir. Hasan Hîşyar Serdî çalışmasında bu Birinci Umum Müfettişi’ni şöyle aktarır:

 

“Yeni bir uygulama devreye koymak üzere kudurmuş şahsiyet olan Abidin Özmen, bu kez Kürtlerin tarihi eserlerini yok etmeye musallat edildi. Ülkede dolaşır, ne kadar tarihi esere rastlarsa onu parçalar, un ufak ederdi. Faşist Abidin Özmen’in yok ettiğini öğrendiğim eserler şunlardır:
1- Diyarbakır surlarında Dostkî Kürt devletine ait kazınmış bir taş eser vardı; o taşı yerinden çıkarak götürüp kaybettirdi.
2- Batman Çayı üzerinde bulunan köprünün güneyindeki ayağının en yüksek yerinde Kürtçe bir yazı vardı. Oraya vermek üzere yeni bir duvar örerek sonuçta o yazıyı çekiçlerle oradan kırarak çıkardı.
3- Dicle Nehri’nin kaynağında Biglin Mağarası’nda eski çağlara ait yazılar, mağaranın taşlarına kazınmış olarak duruyordu. Bir mağaranın kapısında da heykel vardı. Lîceli Husayê Perîşanê’ye 500 kağıt vererek, beş sicim ipi de birbirine bağlayarak salındı ve o eserlere varıp tümünü yok ettirdi.” (Aktaran Yıldırım, 2011:311).

 

Umumi Müfettişlik daha sonra OHAL Bölge (Olağan Üstü Hal Bölgesi) olarak adlandırılır. Yöntem değişse de devlet vandalizmi Kurdistan’a dönük sistematik bir devlet politikası olarak devam eder. Umumi Müfettişlik sürecinde Abidin Özmen tarihi eserlerin yerlerini tespit edip yıktırırken, OHAL valisi Hayri Kozakçıoğlu, tarihi kalıntıların olduğu yeri asker eliyle bombalıyordu. AKP ise daha sofistike kolizasyon yöntemlerine başvurarak tespit edebildiği bütün tarihsel mekânları baraj sularına boğma yöntemini geliştirdi.

Kürt’ün tarihsel miras ve değerlerine saldırmanın asıl amacı sadece bir bellek silme harekâtı değil, “mekânsal kolonizasyon” pratiği olarak bütün bir coğrafyada geriye sadece Türk’e ait eser ve izler bırakmaktır. Örneğin, Kurdistan coğrafyasında tarihi mekânların listesine baktığımızda proto-Kürt toplulukların eserlerinden ziyade Selçuklu, Osmanlı, Akkoyunlular, Karakoyunlular gibi Türkî boy ve beyliklerin isimlerini görürüz. Sanki bu coğrafyada Kürtler değil de, bu boy ve beylikler yaşamışçasına bir olgu yaratılmıştır. Proto-Kürt topluluklarına ait kurtulabilen eserlerin çoğu da Kurdistan’ın diğer parçalarında bulunan eserlerdir. Kuzey Kurdistan’da kalan yerler de yakın tarihli kazılarda, ama özellikle yabancı üniversitelerin yaptığı kazı çalışmalarında kurtulabilmiş olanlardır. Hurrilerin, Mittanilerin, Urartuların, Medlerin merkezi olan yerlerde bile o topluluklardan tek bir eser bile bırakılmamıştır. Örneğin Malazgirt, Urartu Kralı Menua’nın bizzat yaptırdığı bir kenttir ve ismi de zaten bu kralın isminden gelir. Ama burada bugün sanki her metrekaresinde Selçuklular yaşamış gibi eser ve anıt bolluğu varken, Urartulara ait bir iğne bile bulunmaz. Maraş ve Malatya bölgesi Hurri, Mittani ve Urartulara merkezlik ettiği kadar Medlerin de önemli ticaret merkezlerindendir. Fakat burada bu proto-Kürtlerin esamesi bile okunmazken, bölgenin tümünün Hititlerle anılması ve Türkî topluluklarla birlikte ise Dulkadiroğulları, Karahanlı ve Aydınoğulları’nın cirit attığı mekânlar olarak algılanır. Bitlis “Kurti”lerin merkezidir, fakat Kurtiki’den tek bir eser kalmamıştır. Serhed’in önemli bir kısmı Karduk Kürtlerinin yaşam alanıdır ve Ksenophon'un “Anabasis” (On Binlerin Dönüşü) adlı kitabında Grek asıllı askerlerin İran seferinden dönerken buradan geçtiklerini ve Perslerin bile savaşmaya korktuğu, kullandıkları ok ve yayların büyüklüğüne hayli şaşırılan Kardukların, Karadeniz sınırına varana dek geniş hat boyunca konumlandıkları ayrıntılı olarak anlatılmasına rağmen, bu proto-Kürt boyundan tek bir eser bile bu bölgede yok! Sadece Karduk, Kurti gibi yapılar değil, ismi ve hangi bölgede yaşadıkları, hangi devleti kurdukları Asur, Babil, Hitti gibi halkların kayıtlarında geçen pek çok proto-Kürt birliğinden o bölgelerde eser yok!

Mekânsal kolonizasyon, ırkçılığın uzun erimli biyo-politik hesaplaşmasının bir veçhesidir. Bunun ilk adımı nekromanik yöntemlerle külliyen yok edebildiklerini yok etmek, geriye kalanı “soyutlaştırma” metoduyla Türk hanesine yazmak ve otokton halklara ait hafıza bırakmamacasına tüm tarihsel, kültürel miraslarını yok etmek. Bu gerçekleştiğinde de zaten tüm o coğrafya boyunca kendisinden kalan izleri etnik işaretlendirme olarak mekânın bilişsel haritaları olarak kullanmak. Meselenin ironik yanı, tüm o Türkî boy ve beyliklerden Selçuklular haricinde hiçbirisinin kentsel mekânları dizayn edecek kudret ve yeteneğinin olmamasıdır. Bunların yaptıkları eserlere baktığımızda da ağırlıklı olarak camiler inşa ettiklerini görürüz.[iv]

Kürt tarihi, inançları ve değerlerine ait eserlerin yağmalanması, pratiğinde fail sadece Türkler değildir. Türkler ya yıkmış ya da kendilerine mal etmişken, Kurdistan coğrafyasında bütün sömürgecilerin bu yağma faaliyetlerinde rol aldıkları, hırsızlık ve talanın müsebbibi olarak ele alınmaları gerektiği aşikardır. Bugün Fransa, İngiltere, Almanya ve hatta Amerika’nın müzelerinde sergilenen proto-Kürt halkına ait tanrı-tanrıça heykelleri oralara nasıl gitmiştir? Bu müzeler Kürtlerin kültürel hapishanesi olduğu kadar, mazlum bir halkın değerlerine yapılan yağma saldırısı ve hırsızlığın da belgesidir.

Devletlerin uygarlık sergileri olarak vitrine koydukları eserlerin çoğu hiç de masumane olmayan yöntemlerle oralara taşınmışlardır. Her biri bir yere aittir, bir kültür ve coğrafyada, bir halka ait değerlerdir. Ya ölü ya da diri birinden alınmışlardır.

Walter Benjamin bu konuda madalyonun öteki yüzünü insanlığa gösterirken, uygarlığın çirkinlik vesikasını da faş eder: “Bu ana kadar hep galip gelenler, bugün hükümetlerin altta kalanları çiğneyerek ilerlediği zafer alayında yerlerini alırlar. Her zamanki gibi ganimetler de olayla birlikte taşınır. Kültürel zenginlik denir bunlara. Ama tarihsel maddeci, zafer alayını temkinli bakışlarla uzaktan izler. Çünkü kültürel zenginlikler, hiç istisnasız dehşet duygusuna kapılmadan düşünülemeyecek bir kökene sahiptir. Varlıklarını sadece onları yaratan büyük dehaların çabalarını değil, aynı zamanda o çağda yaşamış adı sanı bilinmeyen insanların katlandığı külfetlerde borçludur. Hiçbir kültür ürünü yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın. Ve kültür ürününün kendisi gibi elden ele aktarılma süreci de nasibini alır bu barbarlıktan.” (Madzoski, 2019: 29).

Devletlerin uygarlık sergileri olarak vitrine koydukları eserlerin çoğu hiç de masumane olmayan yöntemlerle oralara taşınmışlardır. Her biri bir yere aittir, bir kültür ve coğrafyada, bir halka ait değerlerdir. Ya ölü ya da diri birinden alınmışlardır. Ölü birinden alınmışlarsa zaten vahşi sömürgeciliğin talan seferlerinin belgesidirler; diri birinden almışlarsa da hırsızlığın vesikasıdırlar. Bu eserleri Bergervari görme biçiminde, bakışımıza sunulan, görme biçimimizi şekillendiren sunma biçiminden ziyade, o nesneleri emperyalizmin güç merkezine taşıyan savaşların, fetihlerin yağma ve soygunların izlerini buluruz. Örneğin, Kürt tanrıçası Anahita’nın heykellerinin Fransa’nın Lovre müzesinde ne işi var? Proto-Kürt Hurri tanrısı Teşşup’un heykelinin İngiltere’de, Mittani eserlerinin Amerikan müzelerinde ne işi var? Herhangi bir Kürt heykelini internetten ya da tarih kitaplarından nerede sergilendiklerine dair notlar okuduğumuzda, Kürtlerin değerlerini Türklerle birlikte yağmalama faaliyetlerine nasıl katıldıklarını, kendi uygarlıklarının gurur yüzü olarak sergiledikleri ulusal müzelerinin Kürtlerin kültürel hapishanesi olduğunu görürüz.    

 

Kaynakça ve Dipnotlar:

Vandan Shiva, Su savaşları, Çev. Ali K. Soysal, bgst Yayınları, 2007, İstanbul.

Cuma Çiçek, Ulus-Sınıf-Din: Türkiye'de Kürt Mutabakatı’nın İnşası, İletişim Yayınları, 2021, İstanbul.

M. Sait Yıldırım, Uygarlığın Doğuşunda Kültür ve Kürtler, Aram Yayınları, 2. baskı, 2011, Diyarbakır.

Hatice Çoban Keneş, Yeni Irkçılığın Kirli Ötekileri: Kürtler, Aleviler, Ermeniler, Dipnot Yayınları, 2015, Ankara.

Der. Hande Birkalan Gedik, Sınırlar İmajlar ve Kültürler, Dipnot Yayınları, 2013, Ankara.

Vesna Madzoski, Kuratörlük, Çev. Mine Haydaroğlu, 2. baskı, Koç Üniversitesi Yayınları, 2019. 

Yaşar Çoruhlu, Türk Mimarisinin Kısa Tarihi, Alfa Yayınları, 2021, İstanbul.

 

[i] Bu vadide 1518 bitki türü yetişiyor ve bunların 247'si dünyanın başka bir bölgesinde yetişmeyen, bu alana özgü olan endemik türlerdir.

[ii] Bu bölümün Türkiye'de kurulabilmesi için 1930'lu yıllarda yurt dışında eğitime iki kadın gönderilir. 1934 yılında Semiha Tunakan Berlin Üniversitesi'ne gönderilirken; 1936- 38 yılları arasında Atatürk'ün manevi kızı Afet İnan’da Cenevre Üniversitesi antropoloji bölümüne Prof. Dr. Eugêne Pittard’in öğrencisi olur. Eugêne Pittard 1930'lu yıllarda Türkiye'ye gelen mülteci profesörlerinin yerleştirilmesine ön ayak olmuş ve Türk tarih tezini antropoloji aracılığı ile desteklenmiştir. Antropoloji Fakültesi İstanbul'dan sonra 1935'te Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nin kurulması ile Ankara'da devam etmiştir. 1946'da DTCF’deki enstitünün ismi Antropoloji ve Etnoloji enstitü olarak değiştirilir. (Birkalan Gedik, 2014:182) Türkiye'de antropoloji ırk paradigmasını dayalı bir ırk bilim olarak gelişir. Geleneksel, sömürge bağlamlı, uzağı ve egzotiği araştıran Avrupa ve Amerika antropoloji gelenekleri Batılı olmayanı, uzaktaki “öteki”ni araştırıyordu. Türkiye'de gelişen antropoloji ise Kısmen yakın olan “yerel/ötekine” odaklanmıştı. Onlar uzaktaki halkları sömürgeleştirmek için antropolojiyi kurdu Türkiye ise kendi sınırları içinde kalan farklı hakları sömürgeleştirme ve Türkleştirme faaliyetinde bundan faydalanmaya çalıştı

[iii] Örneğin artık Sümerleri, Elamları Türk ilan etmiyorlar, ama hala Hititleri, Urartuları Türk saymaktan vazgeçmediler; Avrupa ve Amerika'ya medeniyet taşıdıklarından bahsetmiyorlar, ama 4 kıtada at koşturup onlara “Türk'ün gücü”nü gösterdiklerinden dem vuruyorlar. Uygarlık, değer, icat, zihinsel gelişme, insanlığın ilerlemesi anlamında dünyayı hiçbir katkılarının olmadığı afişe olduğunda, bu sefer şekillilikle dünyayı dize getiren millet olduklarından dem vurmaya başladılar. Bu eziklik psikolojisini megalomanik fantezilerle telafi etme çabası derinde yatan patolojik obsesyon olarak hiç bitmedi ve hala dünyayla “boy ölçüşme” parodileri olarak yansıtmaya devam etmektedir.

[iv] -Karamanoğulları: Aksaray Ulu Camisi, 1431; Konya İplikçi Camisi, 1302; Ermenek Ulu Camisi, 1302.

-Menteşeoğulları: Milas Hacı İlyas Camisi, 1330; Milas Ulu Cami ve Milas Fruz Bey Camisi, 1394.

-Candaroğulları: İbni Necar Camisi, 1353; Kasabaköyü Mahmut Bey Camisi, 1366; İsmet Bey İmaretin Camisi 1454

-Hamitoğulları: Antakya Yeni Minare Camisi, 1373.

-Saruhanoğulları: Manisa Ulu Cami.

-Karakoyunlular: Van Ulu Camisi, 1389.

-Akkoyunlar: Ayni Minare Camisi, 1489; Nebi Camisi, 15. Yüzyıl.

-Dulkadiroğulları: Elbistan Ulu Camisi, Maraş Ulu Camisi(1339-1521)

-Ramazanoğulları: Adana Ulu Camisi, Akça Mescit 1409.

-Selçuklular: Amasya Burmalı Camisi 1237; Amasya Gök Medresesi Camisi 1266; Sinop Ulu Camisi 13. yüzyıl ortası; Ankara Arslanhane Camii, 13.yüzyıl; Beyşehir Eşreoğlu Camisi 1297; Kayseri Hatun Külliyesi; Malatya Ulu Camisi, 1224 (Aktaran Yaşar Çoruhlu, 2021: 407-408)

 

 

 

Yayın Tarihi: 12/05/2024