PolitikART
Edebiyat

Halkın ömrü uzundur, görecek o zamanı

PolitikART Özel
Roza Alkan
Edebiyatın tarihte yükseldiği ve tarihi yükselttiği dönemler var. Tek başına olmasa da toplumsal güçlerin itici gücüyle ittifak halinde ya da onlarla yürüyerek, onlarla büyüyerek önemli bir nefes borusu olabilir, olmalıdır da. Ticaret ve piyasa ilişkilerinden bahsetmiyorum, yeterince teşhir olduklarını düşünüyorum. Para için, kariyer için yapılıp edilenler yeterince biliniyor. İşimize bakmak, üretmek, paylaşmak, yol açmak zorundayız.

Elias Canetti İnsanın Taşrası adlı eserinde, “İçinde yaşadığımız dünyanın durumunu göremeyenin o dünya üzerine yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur” der. Canetti bu eseri yazmaya başladığında milyonlarca insanın öldüğü İkinci Dünya Savaşı devam ediyordu. O günden bu yana değişen pek bir şey yok. Dünyanın her tarafı yine kan, ölüm, gözyaşı. Garip olansa dünyanın bu haline şahit edecek yazarların gittikçe azalması. Özellikle Türkiye’de, toplumsal gerçeklere sırtını dönüp bireysel buhranları, bunalımları anlatmak, etliye, sütlüye dokunmadan, değmeden edebiyat icra etmek pek yaygın. Politik edebiyat neredeyse bitti. Bunun 90’lardan sonra olmasıysa oldukça ilginç. Yine de genelin aksine politik edebiyatta ısrar eden, anlatılmayanı anlatan, görmezden gelenlerin hikayelerini yüksek sesle haykıranlar az da olsa hâlâ var. Bunlardan biri de Deniz Faruk Zeren. Zeren, bir şiir ve üç de hikâye kitabından sonra Dipnot Yayınları’ndan çıkan ilk romanı Ben Bermal ile okurla buluştu. Coşkulu dili ve ajitasyondan uzak tavrıyla yok sayılanların hikayesini anlatmaya devam ediyor. Yazarla son kitabı ve genel olarak kendine dert ettiği konular üzerine konuştuk.

“Ben Bermal” ilk romanın, daha önce yayımlanmış bir şiir kitabın ve öykü kitapların var. Hepsinde de hem toplumun büyük çoğunluğunu hem de edebiyatın görmezden geldiği mevzuları ele alıyorsun. Edebiyatın pek çok türünde bu mevzuları dile getirdiğin halde içini bir türlü soğutamayan nedir?

Bu yaşadığımız tarihsel dönem, bu kara ve o deniz parçası soğutmayı bırak, her gün her an kendimizi paralayarak yana yakıla, yıkıla yapıla daha fazla böyle yazmayı mecbur ediyor sevgili Roza. Nasıl soğuyacak içimiz? İç soğumasını şöyle alıyorum, işte bazı arkadaşlar da diyorlar “farklı şeyler yaz” ama bilmiyorum ki, bilmiyoruz ki başka şeyler. Misal ne yazabilirim? Mevcut çelişkilerin üzerinden nasıl atlayabilirim? Hiçbir aşık kavuşamamış, hiçbir murad alınamamış, hiçbir mezar bulunamamış. Her lokmada dişini kıracak bir şey beklediğin bu gerçeklik içinde farklı ne yazıp içimi soğutabilirim? Eğer hakikate sadık kalacaksam ve aramaya devam edeceksem bu ömürde içimin soğumaması lazım. Benim ömrüm Van Denizi’nin kenarında karnı tok, güvende, mutlu, geri dönmüş flamingolarla oynayan çocukları yazmaya yetmeyecek galiba. Ama halkın ömrü uzundur, görecek o zamanı, hatırlayacak, yaşadığı mutlu günlerin nasıl yaratıldığını bilecek. Halkın ömrü uzundur, mutlaka görecek özgür olduğunu. Şimdilik içimizi soğutacak su bulunmasın varsın. Galiba bir süre daha böyle yazacağım, henüz içimden taşan, içimi oyarak çıkmaya çalışan hikâyeler var.

Romanda; yaşamın, doğanın, kadının en büyük düşmanı olan erkekliği çok güzel afişe etmişsin. Kitabın başkarakteri Mazlum Samsa’ya mücadelenin en etkili ve doğru yolunu gösteren de Bermal. Kadının başat rol oynadığı Kürt mücadelesinde erkek yeterli değişimi, dönüşümü gösterdi mi gerçekten?

Yüz binlerce yıllık ataerkinin elli yılda yerle bir edilmesi mümkün değil ama o sarsıcı, ölümcül darbeyi aldığı kesin. O da işte, romandan esinle diyeyim, Bermallerin yaratılmış olmasıdır. Bundan geri dönüş yok. Bundan sonrası değişim ve dönüşüm için iç mücadeledir. Yani bu tamamlanabilecek bir olgu değil, geliştirilecek, gerçekleştirilebilecek bir süreç ve bunun askıya alınmaması, sürmesi umuttur. Feodal burjuva erkekliğe karşı bir irade var artık: Özgürleşmeye çalışan Kürt kadının iradesi. Bunun varlığı umuttur. Bu olmasaydı modern dünya tarihe yazmayacaktı adımızı. Bizi feodal bir kabile olmaktan kurtaran budur. Ulusal bilinç için dil, toprak, tarih yetmiyor. Bizim için özgür birey ve cinsler de bunların parçası olmak zorunda. Bunların birbiriyle ve sömürgecilikle tarihsel hesaplaşması yeni bir ulus ve sınıf bilincinin parlamasıdır. Bunu geliştirip derinleştirecek irade var. Hata yetmezlik ve çeşitli günlük yaşam pratiğinde ortaya çıkan sorunları dahil alt edecek tecrübe var. Bu da umuttur. Mazlum Samsa da bunun metaforudur. Erkeklikle hesaplaşmadan yol alınamayacağı dönüşümün ya da kopuşun mümkün olamayacağının izdüşümüdür. O meşhur deyişle; beynimizdeki karakollar var ya, işte onların bekçileri ve korucuları hep erkek çünkü. Erkekliğe vurmadan o karakolların aşılması imkânsız. Bunu en iyi galiba mücadele içinde olanlar bilir.

Kitabın en etkileyici karakterlerinden biri Sarı Derya... Yaşının küçüklüğüne rağmen kime karşı ve neden mücadele etmesi gerektiğinin bilincinde. O dönemi düşününce o yaştaki birinin direnci, mücadelesi çok normal geliyor. Günümüz gençlerinin çoğunun toplumsal meselelere bu kadar uzak olmasını nasıl yorumlarsın, yaşam koşulları gün geçtikçe kötüleşmesine rağmen.

Koşullar kötüleşiyor ancak alışkanlıklar, bağımlılıklar da değişiyor. Artık uyurken bile internetten canlı yayınını açık bırakan ve yayını izleyen bir nesil var. Yalnızca Kürtler için demiyorum bunu, bütün Asya halklarının yoksul, geleceksiz gençliğinin elinde devasa bir internet dünyası var. Okumanın yerini bakmak alıyor. Bakmak, öylece bakmak. Bakarak kör olmak. Gençlik hareket olarak da bireysel olarak da geri çekilmeyi bütün dünyada yaşıyor. Bilgi açlığının yerini ilgi açlığı alıyor. Ancak bütün bunlar yeni çelişkiler; yeni çelişkiler, yeni hareketler doğuracaktır. Kürt gençliği açısından bir gerileme olduğu söylenebilir ama bir çöküntü içinde değil. Halen bütün bölgenin önemli devrimci dinamiği olmaya devam ediyor. Sarı Derya erken büyümek isteyen, büyüyen o tez canlı, bilgiye ve harekete aşık gençliğin temsili. Halen yok mu? Var bence ama neslin hepsini etkilemiyor belki. Sarı Deryagilin yaşadığı koşullar da çok iyi değildi günümüze göre, kendilerini yaratıyorlardı, şimdi de kendini yaratanlar var.

Senin edebiyatın umudun, direncin edebiyatı bana göre. Edebiyat ortamına baktığımızda ise sürekli bir sömürüyle, hak ihlaliyle ve bunu yapanların pişkinliği ile karşılaşıyoruz. İçeride, dışarıda yaşadığımız vahşete de bakılırsa edebiyat bir çıkış sunabilir mi bize?

Edebiyat “bu kalpsiz dünyanın kalbi” olabilir mi? Hep aklımda dönüp duran bir soru bu. Edebiyatın tarihte yükseldiği ve tarihi yükselttiği dönemler var. Tek başına olmasa da toplumsal güçlerin itici gücüyle ittifak halinde ya da onlarla yürüyerek, onlarla büyüyerek önemli bir nefes borusu olabilir, olmalıdır da. Ticaret ve piyasa ilişkilerinden bahsetmiyorum, yeterince teşhir olduklarını düşünüyorum. Para için, kariyer için yapılıp edilenler yeterince biliniyor. İşimize bakmak, üretmek, paylaşmak, yol açmak zorundayız. Belki o zaman edebiyat halkla, sınıfla bir buluşma yaşar ve çıkış için bir zemine oturabilir.

Mazlum Kürtçe bilmediği için Bermal’e karşı kendini mahcup hissediyor. Senin de bir yazar olarak böyle bir hassasiyetinin olduğunu düşünüyorum. Bizler de okur olarak. Yüz yıllık bir inkarın, yasağın sonucu olan bu durumun mahcubiyetini hep Kürtler mi yaşayacak? Sebep olanlar, normal karşılayanlar, sessiz kalanlar?

Sebep olanların umurlarında değil sanırım, hatta bu durum karşısında kendilerini başarılı addediyorlardır. Dilinden koparılan her birey onlar için zafer temsili demektir. Ben Kürtçe yazamıyorum. Kürtçe ya da Zazaca okuma yazma edebiyat yapma şansım olsaydı başka bir dille yazmazdım. Biz yazamadığımız için hep mahcup, hep üzgün. Olsun. Halkımıza ve dilimize karşı mahcubuz. Bu giderilecek gibi değil. Belki Kürtçe özgür olursa ve yeni kuşaklar kendi dilleriyle yaşayabilirlerse bir gün bizim mahcubiyetimiz de diner. Ama her şeye rağmen Hesen Zîrek’ten aparılmış şarkılar gibiyiz. Bin değişik notayla, bin farklı ritimle, bin farklı ağızla okunsak da kazıyınca altımızda Kürt var, Kürtlük var.

Kürtçe yazan yazarlar da yeterli alan bulamıyor. Dergilerin, hatta sol sosyalist kimliği olan dergilerin bile Kürtçe metne yer vermemelerini nasıl yorumluyorsun peki?

Eskiden bir, iki sayfasını Kürtçe haber ve yorumlara, bazı metinlere ayıran yayınlar vardı. Sanırım bu bir görev olarak görülüyordu ya da bir çeşit iletişim kurmaya çalışıyorlardı. O yayınlar iyi kötü yine var ama sayfalarından Kürtçe eksildi. İlgi mi kaybedildi, bilemiyorum. Ancak Kürtçe metinlere yer vermeleri, alan açmaları her zaman faydalı. Hem Kürtçe yazan yazarlar için hem de o yayınların okurları için. Bu hem sosyal şovenizme karşı bir dalgakıran hem de küçük de olsa yok olmakla karşı karşıya olan bu toprakların en yaygın dillerinden birine karşı bir vefa. Ayrıca Kürtçe yazamayan Kürt yazarların da çıkardıkları dergi, fanzin gibi yayınlarda buna yol açmaları, yer vermeleri de dile hizmettir bence. Kendileri yazmıyorsa en azından yazanlara kapı açabilirler.

Ali Sertaç isimli karaktere daha ilk karşılaşmada büyük sempati duydum. Bana aynı isimli çok sevdiğim bir arkadaşımı hatırlattı. Onun olduğu bölümleri gülümseyerek okudum. Öldüğü bölümde kitabı kapattım. Aradan iki saat geçmeden arkadaşım Sertaç’ın ölüm haberini aldım. Garip bir rastlantı oldu benim için. Bir daha asla dokunamayacağımız uzaklıkta, birbirinin içinde yaşamaya devam eden bunca ölüyle nasıl yaşayacağız?

Şimdi burada “kurgunun gücü” diyeceğim, sen de “çok klasik, çok klişe” diyeceksin Roza. O yüzden şöyle diyeyim: Bizim hayatımızda kurgu ile gerçek artık iç içe geçmiş. Anlatsam inanmazsın, yazsam inanmazsın denilen her şeye inanılır, her şey olur yani. Elini, kalemini sallasan bir ah’a değersin, bir vah’a, bir hawar’a, bir zılgıta değersin. “Bir daha hangi ana doğurur” dediğin herkes gitti. Ama yine de adı, sesi, kokusu başka yenileri doğuyor, yetişiyor. O, hani biliyorsun, diyor ya, “bize soruyorlar nasıl dayanıyorsunuz?” Çoğu zaman düşünmüyoruz, düşünürsek yaşayamayız, kaldıramayız. Onun yerine, onların izlerinde küçük de olsa, önemsiz de görünse ufak adımlarla ilerlemek, hareket etmek belki bir nebze katlanılır hale getiriyor bazı şeyleri.

Koşullar çok kötü. Her gün kendimizi yaşamaya ikna etmek için yeni sebepler bulmak zorunda kalıyoruz. Senin var mı edebiyat dışında bir ikna yöntemin?

Var, olmaz olur mu? Otuz yıl sonra içerden çıkanlara bakıyorum örneğin, diyorum ki keşke içerde kimsenin kalmadığını görsem. Ya da diyorum, o yerin altından, toprağın altından böyle tomurcuk gibi yaşlanmış ama tomurcuk gibi taze çıkışlarını görebilsem, anlatabilsem, anlayabilsem. Bunlar önemli sebepler. Bakalım daha neler olacak dedirtiyor, dürtüyor yaşamak için.

Edebiyat ödülleri konusunda ne düşünüyorsun? Benim çoğu zaman ağzım açık kalıyor ödül verilen kitapları duyunca.

Edebiyat ödülü her yazana lazım. Çoğu zaman teşvik edici, ön açıcı olabiliyor. Motivasyon kaynağı olabiliyor. Bana kalsa her yıl bir edebiyat komisyonu yazmaya cesaret edip paylaşabilen her yazara bir paragraflık değerlendirme yazı hediye etmeli eşit olarak. Rekabete yol açan, bu yüzden ranta dönen ödüllerin kimseye faydası yok. Rantın olduğu yerde elbette her türlü fenalık da kaçınılmaz oluyor. O yüzden kimi zaman ağzımız açık izlemek zorunda kalıyoruz.

Yayın Tarihi: 16/11/2023