PolitikART
Toplum-Politika

Felsefeyi devrimcileştirmek: Atakan Mahir’in Felsefe ve Tarih Bilinci dersleri üzerine

PolitikART Özel
Remzi Haydar
Felsefenin, kelimenin gerçek anlamıyla demokratik yorumunda söylenmek istenen iki şey mevcuttur: Birincisi felsefe, birtakım elitlerin soylu düşünsel faaliyetleri olmaktan kurtarılarak maddi yaşamın parçası haline getirilmelidir. İkincisi ise, felsefenin bu kapalı yorumundan kurtarılarak maddi yaşamın parçası haline getirilmesi öyle ya da böyle düşünsel faaliyetin devrimcileştirilmesi için bir ön adımdır.

Bugün felsefe, bir devrimci hareket açısından ne anlam ifade etmektedir? Bu soru, sanıyorum ki, öyle ya da böyle felsefeyle ilgilenmiş herkesi meşgul eden, yanıtının sürekli bir biçimde güncellendiği bir sorudur. Gerçekten bu soru, felsefenin bütün soruları gibi, bizi bir zamansızlık içinde hissettirir. Hemen her filozof tarafından sorulmuştur bu soru. Sıklıkla herhangi bir faaliyetin çerçevesinde yapılan soyut düşünme etkinlikleri için de kullanılan “x’in felsefesi” gibi tamlamaları dışarıda tutarsak sorumuzu güncelleyebiliriz: “Felsefe nedir?”

Devrimci bir filozofun dersleri

Devrimci bir filozof, “Felsefe nedir?” sorusuna keskin bir yanıt vermektedir: “Felsefe, taraf tutmaktır!”. Felsefe ve Tarih Bilinci derslerinin erişebildiğimiz metinlerinde Atakan Mahir, kesin bir şekilde ifade etmiştir bunu: Felsefe değerlendirilen tarihsel olgu-olay içerisinde, zamansallığı katederek taraf tutmaktır. Kadının egemenlik altına alınmasıyla başlayan ataerkiye tarihin oldu bittisi içinden bakmak, idealist bir felsefi izlenimciliktir Atakan Mahir için. O, tam da tarihi olayın içinden konuşmak gerektiğini söyler. Felsefi söylem bu açıdan zamansızdır, ele aldığı olguyla zamandaş olmak anlamına gelir. Ancak bu taraf tutma işi, basitçe bir taraf seçimi değil, politik bir taraf seçimidir. Dolayısıyla felsefi bir konumlanış paradoksal olarak bir çağdaş bir de arkaik pozisyona işaret eder kendi söylemi içerisinde. Bu noktayı biraz açmak gerekir.

Felsefi söylem, kendisini bağlayan kişi ya da pozisyonun çağdaşlığı içinde politik bir pozisyon-alışa işaret eder. Yani, bu söylemle bugünden mevcut bir pozisyon tutulur. Ancak, aynı zamanda, kendi dokusunda ele aldığı tarihsel olayın içinde de konumlanır. Bu konumlanma, bugünkü politik pozisyonu kendisine hiza kabul etmektedir. Tekrar ele alınan örneğe dönecek olursak konu daha net anlaşılır: Bugün kadın özgürlüğünden yana olmak, felsefi bir söylem olmanın dışında, politik bir tavır alışı da içerir. Bu anlık pozisyon, şimdiki zaman kipinden kurulmuş söylemin politik muhtevasına işaret etmektedir. Ancak, filozof bununla yetinmez. O, tarihsel olayları bir kez de bu açıdan görmek gerektiğini öne sürerek hem retrospektif hem de politik bir gözle okur tarihi. Böylelikle tarihi olgunun felsefi ele alınışı, bir tarih felsefesi değil ama, felsefi söylemin bir nesnesi haline getirilir.

“Felsefe taraf tutmaktır” aksiyomunun hemen arkasından bir tez daha parıldar. Metin içinde birbirinin yerine kullanılmışsa da aynı zamanda felsefe tavır almaktır. Yani felsefe, içerdiği aksiyomun pratik olarak mevcut olmasına dönük bir beklenti içindedir. Kişi eşitlikçi bir düşünüşle düşünüp akıl yürütüyorsa, bununla uygun yaşamalıdır. Daha da ileri gidersek, zaten eşitlikçi bir şekilde yaşamayan kişinin eşitlik söylemi, yavan bir liberallikten öteye gidemeyecektir. Felsefi söylemin ayrılmaz yüzü, tam da bu açıdan, pratiktir. Bu pratik, felsefenin üzerine düşünmüş olduğu yaşama dair bir pratiktir. Genellikle hızlıca “teori ve pratik” birliği olarak anılan bu yaklaşım özünde “söylem ve eylem” birliğidir. Çünkü söylemsel pratiğin hayata geçirdiği eylem olmadan söylemsel pratik beden bulamaz, dolayısıyla mevcut olamaz.

Bu noktada söylemin teoriye denk olmadığını, teorik pratiklerin başkaca bir pratik oluşturduğunu belirtmek gerekir. “Teori; değiştirilmek ve yaşanılmak istenen toplum biçiminin genel değerlendirmesini ve olası akış yönünü kestirmeyi içerir." [1] Yani teorik faaliyet kendine özgü bir alana, bu alan içerisindeki araçlara ve birtakım doğrulama prosedürlerine sahip bir faaliyettir. Ancak söylem pratiği, eyleme geçmediği sürece ya da genellikle hızlıca söylediğimiz gibi “söylemden pratiğe” dönüşmedikçe anlamsızdır. Dolayısıyla ilk felsefi tezi ikincisi hızlıca takip eder; felsefe tavır almaktır.

Felsefede tavır almakla pratikte tavır almak arasında kurulan doğrudan rabıta, düşünsel olanın maddiliğinden yola çıkar. Düşünmek, soyutluklar içerisinde maddi yaşamdan ayrı bir zihnin eseri olmaktan ziyade, maddi yaşamla doğrudan bağlantılı bir pratiktir. Dolayısıyla düşüncenin maddi yaşam pratiğinden ayrılmasına dönük her türlü felsefi beklenti, incelikli bir egemen felsefe olan düalizmin yolunu takip etmek demektir.

Aynı metinde Atakan Mahir, bize bir önemli noktayı daha göstermektedir: Her insan filozoftur. Felsefe içerisinde önemli devrimci bir pozisyon olan bu tez, her insanın kendi kendine bir düşünsel sistem oluşturabildiğine, tarihsel ve güncel olay ve olgular karşısında taraf tuttuğuna ya da tavır aldığına göre, felsefi etkinliğin salt akademik olarak ele alınamayacağına işaret eder.

Felsefenin, kelimenin gerçek anlamıyla demokratik yorumunda söylenmek istenen iki şey mevcuttur: Birincisi felsefe, birtakım elitlerin soylu düşünsel faaliyetleri olmaktan kurtarılarak maddi yaşamın parçası haline getirilmelidir. İkincisi ise, felsefenin bu kapalı yorumundan kurtarılarak maddi yaşamın parçası haline getirilmesi öyle ya da böyle düşünsel faaliyetin devrimcileştirilmesi için bir ön adımdır.

Bu demokratik gelenek bize, insanların birtakım düşünsel sistemler oluştururken, egemen ideoloji dediğimiz ideolojilerin ürettiği zihinsel kalıp-yargıların da mevcut olduğunu söylemektedir. Egemenler, kendi başına düşünen kişilerin düşünsel faaliyetlerini egemen ideolojiyle ilişkili hale getirmek için çeşitli pratikler geliştirmiştir. Dolayısıyla bir çağın kendiliğinden fikirlerinin egemen fikirler olduğunu, egemen ideolojinin adeta bir nefes alıp verme faaliyeti gibi insanların zihinlerine çöktüğünü söylemek gerekir. Ancak Atakan Mahir felsefeyi vicdana benzetmektedir, her insanda vicdan olduğu gibi felsefe de mevcuttur. Bu durum, egemen ideolojiye dair söylediklerimizle tezat oluşturmaz mı?

Kısaca vicdanın da egemen ideolojinin etkisi altında şekillendiğini, kimi halk geleneklerinin bizim açımızdan onaylanabilir eğilimlere sahip olmasının bu durumu değiştirmediğini vurgulayarak bu sorunu aşabiliriz. Her insanda vicdan vardır, ama bu vicdan her insanın taraf ve tavrından bağımsız olarak mevcut değildir. O sebeple her insan filozoftur demek için, önce felsefenin taraf tutmak ve tavır almak gerektiğini söylemek gerekir.

Doğru tutulursa her araç bir silahtır [2]

“Köleler felsefe kaygusu çekmedikleri

İçin ekmek yapıyorlardı, çünkü

Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;

Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri

İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini

Felsefe veriyordu onlara.

Ve yıkıldı gitti Likya.”

Melih Cevdet Anday, Defne Ormanı

Felsefe, taraf tutmak ve tavır almaksa eğer, egemenlerin de filozofları, tarafları ve tavırları olacaktır. Bu noktada egemen ideoloji dediğimiz şeyin doğasına ilişkin söylenecek önemli bir uyarı mevcuttur. Birtakım felsefeler ve filozoflar, devletle doğrudan ilişkili olmaları hasebiyle egemen ideolojinin çeşitli felsefelerini üretirler. Filozofların devletle ilişkili olması, düşünüş ve eyleyişlerini bir şekilde özgürlük mücadelesine tabi kılmaktansa, bundan maddi beklenti içinde olmasından ileri gelir. Büyük felsefi sistemler üreten filozoflar, genellikle çağının egemen sınıfına mensup, düşünüşünü egemenliğin üretilmesi, mevcut durumun normalleştirilmesi, egemen ideolojinin örgütlenmesi çerçevesinde örgütleyen kişilerdir. Ancak bu durumun Spinoza gibi istisnaları da mevcuttur.

Yine de bir filozofun ürettiği felsefi sistemin egemenler için üretilmiş olması tek başına bütün felsefesini mahkum etmeyi de gerektirmez. Zira felsefi tezler, zaman içerisinde farklı yorumlanabilen, kesinliği ve süreklileşmiş anlamları olmayan tezlerdir. Felsefede tavır almak, aynı zamanda rakip felsefi tezler üzerinde etki etmeyi gerektirir. Örneğin bugünkü politik pozisyonundan Önderlik, geriye doğru filozofların tezlerini elden geçirdiğinde, kendi politik pozisyonunu açıklayıcı bir biçimde bu tezleri bozuma uğratmıştır:

“Atinalı bir filozofla Hakkârili bir çoban”ın buluşması, mevcut politik pozisyonun felsefi tezler üzerindeki belirleyici etkisiyle anlaşılır olmaktadır. Bu noktada, Atinalı filozof bir Hakkârili çobanı eğitmemiştir; aksine, Hakkarili çoban imgesinde bir halk mücadelesi, Atinalı filozofun aristokrasisini safdışı bırakarak felsefesini kendi mücadelesine tâbi kılmıştır.

Dolayısıyla felsefede tavır almakla felsefi tutumun gereği tavır almak arasında bir ayrım yapmak gerekir. Felsefede tavır almak, felsefi taraf tutma eyleminin bir parçası olarak felsefe alanının içerisinde gerçekleşmektedir. Yani bu, teorik bir düzlemde felsefi tezler öne sürmek, felsefe sahiplerinin felsefelerine teorik akınlar gerçekleştirmek, tezleri yerinden etmek ya da bozuma uğratmak anlamı taşır. Ancak felsefi tutumun gereği olarak tavır almak hem politik konumu hem felsefi konumu içeren bir pratik pozisyondur.

Sonuç olarak, devrimci bir hareket açısından felsefe, anılan özellikleri içeren bir pratik halidir. Yani bir devrimci hareket felsefeyi yalnızca bir soyut düşünme eylemi olarak ele alamaz. Aksine, hem felsefenin alanı içerisinde hem de pratikte taraf tutma ve tavır alma eylemlerini bir arada düşünmek gerekliliğini vurgular. Dolayısıyla felsefe, maddi yaşamın bir parçası olarak herkesin sahip olduğu bir şey haline gelebilir. Bu, devrimin zihni boyutunda sürdürülecek mücadelenin, ki hayli uzun soluklu bir mücadeledir bu, bir boyutunu oluşturur. Böylelikle hem Batı’nın kapitalist modernite zihniyetiyle hem de devletli paradigmadan bir türlü kopamayan akademik-ücretli felsefeyle hesaplaşmak mümkün olacaktır.

Buradan yola çıkarak denilebilir ki, devrim olgusu yalnızca birtakım siyasal pratiklerin kümülatif ilerlemesi olarak düşünülemez. Bununla birlikte devrimin zihinsel yapısının geliştirilmesi temel bir sorundur. Son olarak Ali Fırat’ın söylediklerine kulak vermek gerekir:

“Sistemlerin kaderi, öncelikle ideolojik kimlik savaşında tayin edilmektedir. İdeolojik savaştan geçmemiş hiçbir toplumsal sisteme tanık olamamaktayız. İdeolojik kimlik, bir çocuğun ana rahmine düşmesine benzemektedir. Sağlıklı bir doğuş ve büyüme öncelikle ana rahmindeki şekillenmeyle belirlenmektedir. Bu diyalektik gelişmeyi yaşamayan toplumlar ve uygarlıklar parçalı, yapay, ucube bir durum arz etmekten kurtulamazlar. Eğer ana rahmindeki oluş sakatsa, doğuşla birlikte hayat boyu etkisini sürdürmesi nasıl kaçınılmazsa, ideolojik kimliği eksik ve sakat olan toplumsal sistemler de bunun etkisini yaşadıkları müddetçe çekmekten kurtulamazlar. Bir toplumsal sistemin gücü, dayandığı ideolojik kimliklerle yakından bağlantılıdır.”[3]

Söz verilmiş ancak ne kadar irdelenirse irdelensin kısa ve yetersiz kalacağı bilindiğinden bugünlere kadar ertelenmiş olan bu tartışmada ele alınan metin, Felsefe ve Tarih Bilinci’dir. Bir devrim filozofunun felsefe sahipleriyle hesaplaşmasının dökümü olan bu metnin tekrar tekrar okunması, devrimci bir zihinsel oluşumun kurulması için temel önemdedir. Bugün gerek liberal-Batıcı paradigmanın gerekse de devletçi paradigmanın karşısında özgürlük mücadelesinin felsefi-düşünsel cephanesini zenginleştirmek, mütevazı ama önemli bir katkı olacaktır.

Dağların filozofu Şehid Atakan Mahir’in yüce anısına saygı ve minnetle…

 

Dipnot ve Kaynakça

[1] https://demokratikmodernite.org/toplumsal-sistemin-gucu-ideolojik-kimlikle-baglantilidir/

[2] Toni Negri ve Michael Hardt’ın çok tartışmalı İmparatorluk kitabının girişindeki etkileyici epigraf.

[3] https://demokratikmodernite.org/toplumsal-sistemin-gucu-ideolojik-kimlikle-baglantilidir/

Yayın Tarihi: 21/11/2023