PolitikART
Edebiyat

Dünyanın yüküne rağmen: Yanımda Kal

PolitikART Özel
Roza Alkan
Edebiyat elbette ki kimseyi kurtarmaz ama yok sayılan, ötekileştirilen, ezilen, sömürülen insanların çığlığını duyurması, duyurabilmesi müthiş bir güç ve bu gücü kullanmaktan çekinmeyen yazarlarımızın olması sevindirici. Yazarla yeni kitabı Yanımda Kal özelinde hem hayat hem de edebiyat hakkında konuştuk.

Eylem Ata Güleç günümüz Türkçe edebiyatın en önemli öykücülerinden biri. Notabene Yayınlarından çıkan ilk öykü kitabı ‘Boşlukta Büyüyen’den beri zevkle takip ediyorum. Ve her seferinde, bir sonraki eserinde ne yazacağını merakla bekliyorum.

 Üçüncü öykü kitabı Yanımda Kal da yakın zamanda, bir önceki kitabı Uzak Değil gibi Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı. Üç kitabında da çok farklı anlatım tarzları denese de öyküleri her seferinde yüzüme tokat gibi çarpıyor. Odağına genelde kadınları aldığı öykülerinde toplumsal ve politik meseleleri bağırmadan, dramatize etmeden sade bir dille, gerçekliğin korkunç sertliğini yumuşatarak aktarmadaki başarısı inanılmaz. Bu yönüyle bana Alman Yıkım Edebiyatı’nın öncülerinden Borchert’i hatırlatıyor biraz. İkinci Dünya Savaşı’nın etkilerini nasıl Borchert’in o sade ve çarpıcı anlatımından okuduysak, özellikle Sur’un yıkılmasının görünmeyen korkunç etkilerini Eylem Ata Güleç’in öyküleri vasıtasıyla gördük.

 Edebiyat elbette ki kimseyi kurtarmaz ama yok sayılan, ötekileştirilen, ezilen, sömürülen insanların çığlığını duyurması, duyurabilmesi müthiş bir güç ve bu gücü kullanmaktan çekinmeyen yazarlarımızın olması sevindirici. Yazarla yeni kitabı Yanımda Kal özelinde hem hayat hem de edebiyat hakkında konuştuk.

 “Omuzlarında dünyanın yükünü taşımasına rağmen yazıyor kadınlar. Ortada bir kadın verimi varsa bu kitap olsun, resim olsun, el sanatları olsun ticaret ya da siyaset olsun her şeye rağmen ortaya çıkmıştır. Dünyanın yüküne rağmen!”

Uzak Değil isimli bir önceki kitabınız bana göre günümüz Türkçe edebiyatın en iyi öykü kitaplarından biriydi, sonrasında ne yazacağınızı büyük bir merak ve azıcık da kaygıyla bekliyordum. Merakıma değdi, kaygımın da yersiz olduğunu anladım. Genç yaşta yazınınızı bu denli önemli bir yere taşımanız bir kadın ve bir okur olarak beni çok mutlu etti ama gerisinde nasıl bir emek ve disiplin olduğunu da merak etmedim değil.

Kitaplarım hakkındaki cesaret verici yorumunuz için teşekkür ederim. Doğrusu cesaretlendirilmeye ihtiyacım vardı. Sözleriniz bana iyi geldi.

Uzak Değil yayımlandıktan sonra ben de ortaya koyacağım yeni dosya için epey kaygı duydum. Kaygı insanı kilitlemeyecek düzeyde olduğunda daha verimli ve motive bir çalışmaya zemin oluşturabiliyor. Kaygım çalışmamı zora sokacak boyuta yükselmedi. Daha titiz ve bütüncül bir dosya kotarmak için dikkatimi diri tutmamı sağladı.

Emek, elbette büyük. Biliyorsunuz omuzlarında dünyanın yükünü taşımasına rağmen yazıyor kadınlar. Ortada bir kadın verimi varsa bu kitap olsun, resim olsun, el sanatları olsun ticaret ya da siyaset olsun her şeye rağmen ortaya çıkmıştır. Dünyanın yüküne rağmen!    

‘Her şeye rağmen’ disiplinli bir çalışma oturtmak zordur. Her zaman disiplinli bir çalışmam olamıyor. Çoğunlukla masa başına artık zamanlarda geçiyorum. Ama masaya oturup yazana kadar yoğunlaşıyor, çağrışımları, çıkış noktasını zihnimde epey evirip çeviriyorum. Yazmaya oturduğumda karakterlerim doğmuş, sahnelerim fragmanlar halinde hazırlanmış oluyor. 

“Kadınlık bilgisi tarih anlatısının dışına itilmiş. Öyleyse ısrarla o bilginin peşine düşmeliyiz. Bilge kadın annelerimizin tam olarak nerede ve nasıl yok sayıldığını, dışlandığını anlayarak bugün kendi kadın-oluşumuzu gerçekleştirebiliriz. Kadınlık bilgilerinin bilgi sayılmamasını -yer yer duygusal, kötücül ve tehlikeli görülmesini- tarihsel özgüllüğü içinde kavramaya ihtiyacımız var.”

Kitabı babaannenize adamışsınız. Kadınlara eliyle hazırladığı malzemelerle şifa dağıtan bir eski zaman şifacısıymış babaanneniz anladığım kadarıyla. Siz de öykülerinizin odağına dezavantajlı kadınları alarak bir nevi onun yolundan gidiyorsunuz bana göre. Malzemeniz kaleminiz. Belki şifa dağıtmıyorsunuz ama duyulmasını, görülmesini sağlıyorsunuz. Peki, yazdıklarınız esas o kadınlara ulaşabiliyor mudur?

Güzel bir yorum alanı açtınız. Bu konuda söylemek istediklerim vardı. Şifa veren bilge kadın annelerimize bakarak anneliğimizi inşa edebiliriz. Ama nereye bakacağız? Annelerimizin bilgileri, deneyimleri, tarih boyunca olagelmiş savaşçı ya da barışçı tutumlarının kayıtları yok. Kadınlık bilgisi tarih anlatısının dışına itilmiş. Öyleyse ısrarla o bilginin peşine düşmeliyiz. Bilge kadın annelerimizin tam olarak nerede ve nasıl yok sayıldığını, dışlandığını anlayarak bugün kendi kadın-oluşumuzu gerçekleştirebiliriz. Kadınlık bilgilerinin bilgi sayılmamasını -yer yer duygusal, kötücül ve tehlikeli görülmesini- tarihsel özgüllüğü içinde kavramaya ihtiyacımız var. Çağdaş filozoflardan Donna Haraway’ın bu konuda ufuk açıcı önermeleri ve soruları var. Bence Haraway’ın bazı soruları döne dolaşa aklımızı kurcalamalı. Örneğin; Neyin bilgi sayılacağına kim karar veriyor?

Sorunuza gelirsek; önemli bir soru. Edebiyat metinlerini kim okuyor? Heykellerin, plastik ve görsel sanat eserlerinin karşısında uzun uzun durabilen kimdir? Sinema ve tiyatro salonlarında oturanlar kimlerdir? Burada kültürün alımlayıcı kitlesi üzerine düşünüyoruz. Benzer şekilde bilginin oluşumuna beden emeğiyle katkı sunanlar örneğin laboratuvara kimyasal madde taşıyan işçiler, ileri teknolojik aletlere minik parçaları yerleştiren ellerin sahipleri bu üretimin neresinde konumlanıyor.

Cevapları sınıflara bölünmüş kapitalist yaşamın dayattığı günlük pratikler aşikâr ediyor.

Benim pratiğim özelinde kitabımı alıp okulumun arkasındaki evlere gidebilirim. Bu sık sık yaptığım bir şeydir zaten. Gider kapı önünde oturan kadınlarla dertleşirim. Bu sefer kitabımı da götürürüm. Çayımızı içerken okuruz. Ama bu tekil bir girişim olur/olacak. Yukarıda azıcık değindiğimiz tarihsel toplumsal sosyo-ekonomi içinden bakılınca ancak deryada bir zerre misali.

Ama her zerre önemlidir! Bu buluşmalar, dertleşme, dayanışma zerrecikten ibaret olsa bile bana kıymetli geliyor.   

 

Kitapta dokuz öykü yer alıyor. Politik göndermelerle dolu, kolaylıkla romana dönüşebilecek dokuz sert öykü. Mekân Amed. Hikâye karakterleri ve yaşamları iç içe geçmiş. Bu kadar çetrefilli konuları oldukça yumuşatarak sade bir dille anlatmayı nasıl başarıyorsunuz? Çünkü o hassas dengeyi tutturamamak geride bir sözcük enkazı da bırakabilirdi rahatlıkla.

Evet, haklısınız, riskli. Yaptığım şey milimetrik olmayı gerektiriyor. Hemencecik berbat olma tehlikesi var. Bu noktada gündemleştirdiğim meselelerin vuku bulduğu coğrafyayı, sosyolojiyi ve tek tek her karakterin konumlandığı sosyal yapı içindeki psikolojik durumunu etraflıca kavramaya çalışıyorum. Umarım az da olsa beceriyorumdur.

 

Kazı Alanı isimli öyküde Yılmaz, daha doğrusu pek kimselerin gerçek ismini bilmediği, bilenlerin de ısrarla kullanmak istemediği Yezras, “Duvar dibinde yürümek bizim ailenin adım atmaya başlayan çocuklarına öğrettiği ilk kuraldır,” der, çünkü yolun ortasında yürümek daciklerin onu fark etmesi, ona her an saldırabilmeleri demek. O sokaklar sonradan yakıldı, yıkıldı, insanlar korkunç acılar yaşadı. O sokaklarda korkunun, kaygının olmadığı bir yaşam inşa etmek mümkün olacak mı bir gün?

Korkunun kaygının olmadığı bir yaşam hayalimiz var. Ama bilirsiniz hayallerin ucu bucağı yoktur. O nedenle hayallerimizi çerçeveleyerek hedeflerimizi belirlemeliyiz. Ve atacağımız adımları planlamalıyız. Kanaatimce etnik köken, dini inanç ve sınıfsal baskıdan sonraki kuşakları korumak ilk hedefimiz olmalı. Atacağımız en önemli adımın evlerde, okullarda, çocuk ve gençlik programlarında hatta müfredatlarda farklılıklara saygıyı öğretmek/yaşatmak olduğunu düşünüyorum. Hayatı ve anlamı ikilikler/zıtlıklar üzerine değil birlikte ve iç içe olacak şekilde yeni bir kavrayışa ilişkin ilkin biz yetişkinler farkındalık geliştirmeliyiz. Ardından erken çocukluk evre eğitimlerinden başlayarak örneğin doğa kültür ikiliği yerine çocuklarımıza doğal kültürel’i öğretebiliriz. İnsan-hayvan ayrımı yerine belki canlılık kavramını koyabiliriz.

Çok mu iyimser oldu?

Yukarıdaki satırları yazdıktan hemen sonra İsrail’in Rafah’ta çadır kenti vurduğunu okudum. Evet maalesef çok iyimser bir cevap olmuş. Maalesef! 

 

Kitapta beni en çok etkileyen karakterlerden biri de Nazan oldu. Mutsuz olduğu bir ilişkide ve ortamda boğulmak üzereyken Nedim’e rastlıyor. Hayatının şansı denilebilecek biri, kâbusu oluyor. Neden böyle oluyor, neden en büyük yaraları sığınaklarda alırız? Ki Nedim için de aynı şey söz konusu.

İki insan bir ilişkiye başlarken yanlarında ne getirdiklerinin farkında olmadıkları içindir belki. Birine duygu beslediğimizde karşılanmasını beklediğimiz bir ihtiyacımız olabilir mi? Geçmişte kaldığını, büyüme evremizde sorun olmaktan çıktığını sandığımız ama biz fark etmeden içimizde büyümeye devam etmiş, doyurulmamış bir ihtiyaç. Aslında taraflar değildir birbirini yaralayan. Kendi içindeki, o fark edilmesi zor ihtiyaçtır. Neyin eksik olduğunu bilmediğimizde geçici sığınaklarda bir şeyler arar dururuz. Ama nasıl bulunacak? Daha ne arandığı belli değil. Kim o ihtiyacı giderebilir ki? Bir ihtiyacın olduğunu bile bilmezken. Bazen zordur. Kendimize daha çok eğilmemiz gerektiğini anlamamız uzun zaman alır.

“Sanatın alımlayıcı kitlesini geniş tabana yayan organizasyonlara ihtiyacımız var. Yıllardır kent sakinleri kentin sanatçısıyla yazarıyla geniş çaplı etkinliklerde buluşup iki kelam edebilmiş değil.  Yanı sıra belediyelerin bağımsız sanat çalışmalarına alan açması, mekân sağlaması da önemli.”

  Üç kitabınız da öykü türünde. Aklınızda başka türde yazmak var mı yoksa öyküde ısrarcı mısınız?

Öykü okumayı da yazmayı da seviyorum. Sanırım hangi türe ilişkin yazdığım/yazacağım zihinsel meşguliyetimi aktarabileceğim alanla ilgili. Yani şöyle elimde bir tohum var ve hangi saksının ona daha uygun olacağını tohumun cinsi, köklenme süresi, dallanma kapasitesi belirliyor. Ama bu teknik sorunlar yaşamadığım anlamına gelmiyor. Öykü ve roman çok ayrı şeyler. Her ne kadar okuduğum kimi araştırmalarda öykü ve roman arasında okunma süresi dışında bir fark olmadığı yönünde tespitler olsa da… Benim için iki türün belirli sınırları ve kaldırabilecekleri yük/tonaj farkı var. Elimde çok önceden yazılmış bir roman var. Bir türlü tamamdır diyemiyorum. Dosyalara girmemiş öykülerim de var. Bu nedenle bundan sonra ne yayımlanacak ben de bilmiyorum.

 

 Kayyumdan önce Amed’de oldukça hareketli bir kültür sanat hayatı vardı. Halk gasp edilen belediyeleri geri aldı. Belediyelerimizden kültür sanat adına neler beklenebilir?

            Kültür festivali yeniden yapılsa ve gelenekselleşse ne güzel olur. Kent mekânlarına yayılmış okumalar, buluşmalar, sanat etkinlikleri, tiyatro gösterileri ve atölyeler için heyecanlanıyorum. Az önce sözünü sözünü ettiğimiz sanatın alımlayıcı kitlesini geniş tabana yayan organizasyonlara ihtiyacımız var. Yıllardır kent sakinleri kentin sanatçısıyla yazarıyla geniş çaplı etkinliklerde buluşup iki kelam edebilmiş değil.  Yanı sıra belediyelerin bağımsız sanat çalışmalarına alan açması, mekân sağlaması da önemli. Diyarbakır’da ciddi bir sanatsal, entelektüel birikim var. Verimin açığa çıkması için desteklenmesi gereken genç sanatçılar var. Örneğin sinemaya ilgi çok artmış durumda. Kürt sinemasının kurumsal desteğe ihtiyacı olduğu besbelli. Aynı şeyleri tiyatro için de söyleyebiliriz. Kayyum sonrası ayakta kalmaya çabalayan şehir tiyatrosunun oyuncularının nasıl bir desteğe ihtiyaçları olduğu bizzat kendilerinden öğrenilmeli ve önleri açılmalı. Belki kadın ve gençlik meclisleri gibi kültür meclisi de kurulabilir ve bu konudaki çalışmaları şekillendirmek için ortaklaşılabilir.   

 

  Günümüz Türkçe edebiyatta Kürt yazarların durumunu, yerini nasıl görüyorsunuz?

            Dilini ve kalemini yaşanan tarihsel sürece dâhil eden her yazarın çabasını kıymetli buluyorum. Nihayetinde biliyoruz ki toplumsal hafıza ve kayıt altına almak gibi çok temel zorluklarımız var. Ve yazarak edebiyata aktarmak toplumu, sonraki kuşakları geçmişi tarih kitaplarından öğrenmekten kurtarabilir. Tarihi tarih kitaplarından değil edebiyattan okuyup anlamak bizi gerçeğe biraz daha yaklaştırabilir, edebi metin kurmaca olsa bile! Burada garip bir düalite görülebilir. Eğer yazar edebi eserinde coğrafyasını ve politik atmosferini yansıtmayı başarıyorsa tarih anlatısının yerine geçecek güçlü bir seçenek olarak hafıza oluşuma entelektüel katkı sağlamış olur. Örneğin Agota Kristof, Sovyet karşıtı devrim bastırılınca ülkesinden kaçmış, İsviçre’ye yerleşmiş ve sığındığı bölgenin dilinde eser vermiştir. Savaşın özellikle kadın ve çocuklara yaşattıklarını, o vahşeti hangi tarih kitabı kitlelere bu denli ulaştırabilir.

            Çağdaşım yazarların/sanatçıların işlerini bu açıdan kıymetli buluyorum. Kürtçe ya da Türkçe olsun içerik koşullarımızı, gerçekliğimizi yansıtıyorsa ve edebi estetiği geleceğe kalacak kadar güçlüyse toplumsal hafıza bakımından tamamlayıcı bir imkân sayılabilir. Örneğin Abdullah Aren Çelik, Kandan Adam’da Bitlisli Kemal Fevzi’yi, Beyda Yıldız Törensiz ve Duasız’da Kasaplar Deresini, Murat Özyaşar kepenk kapatma eyleminde mendil satamayan çocukları, Kemal Varol Haw’da partinin köpeğinin polis köpeğine aşkı üzerinden soluduğumuz atmosferi, Kerem Bakıcı Toprakta Büyür mü İnsan’da genç çocukların sıkışmışlığını, Haydar Karataş Gece Kelebeği’nde Dersim’de olan bitenleri, Ayhan Geçkin Sur’da yıkılan bir evin bodrumunda hayatta kalan Rayber’i, Yavuz Ekinci Rüyası Bölünenlerde dağa çıkan kardeşi Yusuf’un izini ararken sadece bir gömlek bulması, Mardin Bienalinde sergilenen bağımsız işlerin neredeyse tamamı ve imge dünyasını kendi dünyama yakın bulduğum Rodin Rıdvan Aşar’ın Tahakküm Mekanizmaları ve Kolluk Serisi işleri ülkenin ruh halini gelecek nesiller için kayıt altına alıyor. Bu az şey değil.

 

 Öykü yazarlarına pek sorulmaz ama ben merak ediyorum, şiirle aranız nasıl, kimleri okursunuz?

Füruğ Ferruhzad ve Nilgün Marmara’ya özel bir düşkünlüğüm var. Çağdaş şairlerden okuyup sevdiklerim arasında ilk aklıma gelenler Asuman Susam, Lal Laleş, Gonca Özmen ve Meryem Coşkunca.

Yayın Tarihi: 01/06/2024