Cezayirli yazar Assia Djebar, 1996 yılında yayımlanan Cezayir Beyazı’nın ilk cümlesinde bu kitabı yazmaya “acil bir hafıza talebine yanıt vermeyi amaçladığı” için oturduğunu söyler. [...] Doğrusal bir zaman çizgisine göre akmayan bu anlatının ilk yarısı Djebar’ın hafızasının uçurum ve çatlakları içinde keşfettiği hayatta kalan suçluluğunu, kaygıyı ve yerinden edilmişliği taşır. Cezayir’in kayıplar ve matemle örülmüş tarihine bakan ikinci yarıda ise yasın imkânsızlığı ve kişisel acı ile kolektif yasın birbiriyle nasıl etkileşime girdiği öne çıkar.
“Neden, Cezayir topraklarında ve de özellikle 1995 yılında— kara ve safkan bir beygir misali ölüm ile yazın arasındaki bileşime bu derece kafayı takmış durumdayım?”[1]
– Assia Djebar, Cezayir Beyazı
Belki de Judith Butler’ın önerdiği gibi “işe bir hayatı ‘idrak’ etmeyi onu ‘tanımak’tan nasıl ayırt edebileceğimiz üzerine düşünerek başlamalıyız.”[2] Butler’a göre hayatı idrak etmek, tanımaktan daha belirsiz bir terim çünkü tam bir bilme olmaksızın kaydetme, kabul etme anlamlarına gelebilir. Cezayirli yazar Assia Djebar, 1996 yılında yayımlanan Cezayir Beyazı’nın ilk cümlesinde bu kitabı yazmaya “acil bir hafıza talebine yanıt vermeyi amaçladığı” için oturduğunu söyler. Cezayir’de 1992 yılında gerçekleşen askeri darbe sonrasında ülkede “karanlık on yıl” olarak bilinen bir iç savaş dönemi başlamıştı. Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) ve İslamî Selamet Cephesi (FIS) arasındaki çatışma döneminde sürgünde yaşayan ve arka arkaya üç dostunu kaybeden Djebar, 1950’lerde yürütülen Cezayir bağımsızlık mücadelesi sırasında yaşananlara gidip gelen zaman sıçramaları içeren Cezayir Beyazı’nı, Cezayir’in yaşadığı kayıpları anacak edebi bir anıt-mezar olarak kurgular.
Cezayir Beyazı’nın bir alt başlığı da var. Fransızca orijinalinde “un récit,” İngilizce çevirisinde “a narrative” diye geçen bu alt başlık Türkçeye de “bir anlatı” olarak çevrilebilir. Gerçekten de ne bir roman ne de kurmacadan uzaklaşan bir belge-metin olan bu anlatı, otobiyografik bir biçimde zaman zaman Djebar’ın güncesi işlevi görür. Bu kadar kişisel bir metnin toplumsal bir ihtiyaca karşılık geldiği de aşikâr. Doğrusal bir zaman çizgisine göre akmayan bu anlatının ilk yarısı Djebar’ın hafızasının uçurum ve çatlakları içinde keşfettiği hayatta kalan suçluluğunu, kaygıyı ve yerinden edilmişliği taşır. Cezayir’in kayıplar ve matemle örülmüş tarihine bakan ikinci yarıda ise yasın imkânsızlığı ve kişisel acı ile kolektif yasın birbiriyle nasıl etkileşime girdiği öne çıkar.
Djebar metin boyunca sık sık hafızasının deşifre edilmeye direndiğini ve kendisiyle işbirliği yapmaya yanaşmadığını, anılarının zihninden kaçtıklarını ya da zihninin farklı kıvrımlarında saklandıklarını, adeta bir saklambaç oyunu oynadıklarını söyler.[3] Yaşam hikâyelerini anlattığı dostlarının kendisine musallat olduğunu söyleyen Djebar ölülerle saklambaç oynar, gaipten duyduğu seslerin peşinden gider, kayıplarına ilişkin hatırladığı fragmanları yapboz parçaları gibi tamamlamaya çalışır, bazen de elinin tersiyle her şeyi devirip en baştan başlar. Kayıpların seslerini sık sık duyduğunu kitabın henüz başlarında anıyor Djebar: “O sevgili kayıplar: benimle konuşuyorlar. Üçü de; her biri ayrı ayrı.”[4] Kendisini yazmaya itenin gaipten gelen bu sesler olduğunu sık sık ifade eden Djebar, bu seslere kulak vermeyi bırakmaz: “Güpegündüz bana musallat oluyorlar, nerede oldukları önemli değil ama başka bir yerde, onları gömmeyi düşündükleri topraktan uzakta... Onları gömdüler mi? Birbiri ardına mı? Nutuklarla, sloganlarla, zılgıtlarla, fotoğraflarla...? Gerçekten orada uyuyorlar mı? Neyse ki benimle sık sık konuşuyorlar, bu ‘sevdiklerim’, [...] Asla kaybolmadılar. Oradalar; bazen yanıma geliyorlar, birlikte ya da ayrı ayrı, fısıldayan gölgeler.”[5]
Bildiği ve uğruna mücadele yürüttüğü Cezayir’e dair bir mit yazmak isteyen Djebar, kitabın başında onu sürgüne mahkûm eden ve arkadaşlarının ölümüne tanık olmasına engel olan memleketi Cezayir’i “farklı farklı biçimlerde, mezarlıktan mezarlığa kendi resmî törenini arayan bir ulus” olarak tanımlar.
Mırıldanmalar, sayıklamalar ve sessizlikler ile dolu metnin ilk bölümünde bu üç hayaleti (1993 yılının Haziran ayında öldürülen sosyolog M’Hamed Boukhobza, 15 Haziran 1993 günü öldürülen psikiyatrist Mahfoud Boucebi ve 14 Mart 1994 günü öldürülen oyun yazarı Abdelkader Alloula) takip etsek de Djebar’ın zihninin içinde zamanı bir ileri bir geri sararak Cezayir’in on yıllara yayılan çatışmalı geçmişini ve biriktirdiği ölüleri teker teker tanıma şansı buluruz. Djebar tüm bir ulusun tarihini arka arkaya teyellediği ölüm ve yas hikâyelerinden oluşan bir anlatı aracılığıyla yeniden yazabileceğine inanır. Bildiği ve uğruna mücadele yürüttüğü Cezayir’e dair bir mit yazmak isteyen Djebar, kitabın başında onu sürgüne mahkûm eden ve arkadaşlarının ölümüne tanık olmasına engel olan memleketi Cezayir’i “farklı farklı biçimlerde, mezarlıktan mezarlığa kendi resmî törenini arayan bir ulus”[6] olarak tanımlar. Kitapta en sık tekrarlanan sahne de cenaze sahnesidir: Kimi zaman sıkıcı ve “iyi hatırlanan” kişinin hayat hikâyesini çarpıtan konuşmaların yapıldığı, kimi zaman mezarın yanına yatarak saklambaç oynamaya çalışan bir çocuğun olduğu, ama sadece o kişinin değil tüm Cezayir ülküsünün cenazesinin kaldırıldığını hissettiren sahneler.
Bu anlatının ana izleklerinden birini de dille kurulan ilişki oluşturur. Cezayirli aydınların anadilinin hangisi olduğuna dair mütemadiyen bir sorgulama içinde olan ve Fransızca yazmayı seçen Djebar, metinde andığı her kişinin kendine ait bir dili olduğunu öne sürerek kaybedilen yoldaşların her biriyle birlikte bambaşka bir dilin de yok olduğunu söyler. Metin ilerledikçe bunların bazen Cezayir’de konuşulan farklı Arapça ağızları, bazen Berberi dili, bazen de kaybedilmiş yazar bir dostun edebi üslubu olduğunu anlarız. Kaybolan bu dillerin ve seslerin yasını tutmak da Cezayir Beyazı’nda büyük bir yer kaplar.
Yas tutmaya ve hayata eşlik eden hayaletlerimizin sesini duyurmaya yeterli olmayan bu biçimler, kayıplara ilişkin anlatımızı da alarak failin [devletin] diline, anlatısına ve beklentisine uygun bir biçime sokar. Devletin diline ve bürokrasisine uyum sağlayarak kurulan bu biçimler, kayıplarımızı nasıl hatırlayacağımıza dair bir dayatma işlevi de taşır.
Assia Djebar’ın Türkçeye çevrilmiş tek kitabı, 2013 yılında Evrensel Basım Yayın’dan çıkmış olan Mezarı Olmayan Kadın. 1956’da Partizanlara katılmış, dağa çıkarak iki yıl boyunca çeşitli direniş mücadelelerinde yer almış, çok cesur bir kadın olarak anlatılan ve Cezayir Savaşı sırasında Fransız ordusuna hizmet eden yerli işbirlikçiler tarafından kaçırılarak öldürülmüş ve mezarı bulunamamış olan Süleyha için bir ağıt özelliği taşıyan bu kitabın anlatıcısı, tıpkı Cezayir Beyazı’nda olduğu gibi otobiyografik bir üslup benimsemiş birinci tekil şahıs. Djebar, kendi deyimiyle “misafir kadın, ziyaretçi kadın, yabancı kadın” olarak Cezayir’in bağımsızlığından yirmi yıl sonra geldiği memleketi Cherchell’de sömürgecilerin “anarşist” lakabını taktığı Süleyha’yı kızına, falcı kadın dostlarına, komşularına–ama her zaman sadece kadınlara–anlattırarak şiirsel bir ağıt yazar. Kürt kadın hareketinin mücadelesiyle paralellikler içeren Süleyha’nın hikâyesi, hafızanın bekçisi ve anlatıcısı olma görevi “yüklenen” tüm kadınları da yücelten bir metin.
Cezayir Kayıp Aileleri Kolektifi
Djebar’ın Cezayir’in kayıplarına ilişkin üretimi ve tanıdığı direnişçilerin ölümlerini edebi birer anıta dönüştürme arzusu onun Antigone’ye benzetilmesine de sebep oldu. Gerçekten de Cezayirli işbirlikçiler ve sömürgeci Fransız hükümeti tarafından katledilen ve kaybedilen, kimi zaman mezarsız kimi zaman da ölümü cezasız bırakılan, yası tutulamayan dostlarının hak ettikleri gibi anılmasını/gömülmesini ve onlara metin içinde sembolik bir anma töreni düzenlemeyi arzuluyor Djebar. Bunu da olabilecek en sübjektif biçimde yapıyor; onları Cezayir özgürlük mücadelesi içindeki şanlı kahramanlar olarak lanse etmek gibi bir çabaya girmeden. Djebar’ın bu fısıltılarına ses vermek, günümüzde daha da ayyuka çıkan uluslar üstü mücadele ve dayanışma ağları örmeye yönelik acil ihtiyaç için cesaretlendirici olmasının yanı sıra, yaşadığımız coğrafyada mahrum bırakıldığımız yas dilini nasıl kurabileceğimiz ve ölülerimizi nasıl anabileceğimize dair pusulamız olabilir.
Kurdistan’da 90’lı yıllar boyu yaygın bir pratiğe dönüşen zorla kaybetmelere ilişkin anlatılar hukuki dilin ve hukuk evrakının dışında kendine geniş topluma ait kamusal alanda yer bulmakta zorlandı. Geride kalanların yaşadıkları kaybı nasıl dile getirdiklerini incelemek adına yapabileceğimiz yakın okumalar ve söylem incelemeleri için Türkiye’de en geniş arşivi sunan iki tür metin var: Kayıp yakınlarının dikkate alınması umuduyla savcılara hitaben yazdıkları dilekçeler ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolu açıldıktan sonra avukatların yazdıkları başvurular, vaka özetleri, duruşma tutanaklarına yansıyan tanık beyanları. Yas tutmaya ve hayata eşlik eden hayaletlerimizin sesini duyurmaya yeterli olmayan bu biçimler, kayıplara ilişkin anlatımızı da alarak failin [devletin] diline, anlatısına ve beklentisine uygun bir biçime sokar. Devletin diline ve bürokrasisine uyum sağlayarak kurulan bu biçimler, kayıplarımızı nasıl hatırlayacağımıza dair bir dayatma işlevi de taşır. Soykırım çalışmalarında da bahsi geçen “makbul mağdur” olmaya zorlanan kayıp yakınları zamanla bazı ayrıntıları dışarıda bırakmayı ya da üstünü kapatmayı seçebilir. Hukukun diline biat etme dayatması, kişinin özgün ve hakiki deneyimini anlatma ihtimaline ket vurmasına dahi sebep olabilir. Oğlunu 1995 yılında kaybetmiş bir kayıp yakınının, konuşmacı olarak çağrıldığı bir etkinlikte arzu ederse Kürtçe de konuşabileceği söylendiğinde Türkçe konuşmayı seçtiğini söylediğini hatırlıyorum: “Ben hep Türkçe anlatmaya alıştım oğlumu, adalet arayışımızı. Dilekçelerde Türkçeye alıştık.” Burada anlatıyı ikincil bir dilde kurarak acıya yabancılaşabilme ve içindeki acıyı daha kolay dile dökebilme hâli ile hukukun diline alışmak bir araya gelmişti belki de.
1957’de Cezayir’de öldürülen bir direnişçinin hikâyesini anlatırken onun ölümünün nasıl yeniden yazıldığına ve yaşam öyküsünün çarpıtıldığına değinen Djebar, siyasi bir mücadele yürütürken hayatını kaybedenlerin anısının ehlileştirilmesini, hayat hikâyesinin çarpıtılarak anlatılmasını kişinin “yalnızca kendisini değil, hayaletini de boğmaya yönelik bir başka girişim” olarak nitelendirir.
Filozof Marc Nichanian’ın Historiographic Perversion [Tarihyazımı Sapkınlığı] kitabında değindiği gibi, hayatta kalanlar kendilerini ispatlamaya ve başlarına geleni önce ifşa etmeye, ardından doğrulamaya zorlandığı takdirde kendi varlıklarını “medeni dünya”ya bir delil olarak sunmak durumunda kalırlar. Nichanian’a göre “günümüz medeni toplumunda felaket olayının gerçekleştiğine dair herhangi bir referans, celladın mantığına boyun eğmek zorundadır.”[7] Türkiye’de mahkemeler önünde ve mahkemeler için tekrarlanan anlatıların ana motivasyonu da yaşanan kaybın gerçek olduğunu kanıtlama yükümlülüğü taşımalarıdır. Türkiye’de kişiyi anmaktan, onun anısını yaşatmak ve yasını tutmak ihtiyacından daha acil ve bir türlü doyurulamayan bir ihtiyaç, faillerin tespit edilmesi ve cezalandırılması. Kurdistan’da yaşanan savaşın ve hukuk dışı infazların inkârı genel toplum nezdinde sürdükçe, kayıplarımız da bize musallat olmaya, bizi onları hak ettikleri şekilde ve biricikliklerini anlatacak dilden mahrum bırakmaya devam edecekler.
Türkiye’de kaybedilenin kim olduğuna, gözaltına alınmadan önce nasıl biri olduğuna dair detayları konuşabileceğimiz alanlar çok sınırlı. Djebar’ın metinlerinin güçlendirici yanı, hikâyelerini anlatmayı seçtiği Cezayirli kayıplara kimlik, hayat ve biriciklik veren çok sayıda ayrıntı vermesi. Kahvesini nasıl içerdi, otururken elini nereye koyardı, komik telaffuz ettiği o kelime hangisiydi… Kaybettiklerimize dair anlatma fırsatı bulamadığımız, alan tanınmadığı için anlatıldığında zihnimizin neresine koyacağımızı bilemediğimiz bu detayları ve duyguları dile dökmek Türkiye’de halen adeta lüks gibi hissettiriliyor. Djebar’ın inşa ettiği edebi anıt-mezarlar sadece Cezayir’de değil dünyanın her yerindeki hayatta kalanlara kayıplarını haykırmaya dair bir meşruiyet hissi veriyor. Geride kalanların yaslarını tutmak ve kaybolan hayatları anmak için kullanabilecekleri dile erişimleri böylelikle yeniden tesis edilebilir.
En başta andığımız Butler’ın dediği gibi “elimizde, özne olarak tanınabilecek ‘özneler’ ve tam olarak tanınmayan ‘hayatlar’ –ya da aslında hayat olarak tanınmayan hayatlar– vardır.”[8] Kaybedilen kişiyi özne olarak idrak edebilmek için ilk olarak yası tutulabilirliğinin idrak edilmesi gerekir. Yas hakkının fail tarafından ihlali, kişiyi hiç yaşamamış kılmak ve kolektif hafızadan silmek ister, bizi de kişinin yaşadığını anmak için gerekli dilden mahrum bırakmaya çabalar. 1957’de Cezayir’de öldürülen bir direnişçinin hikâyesini anlatırken onun ölümünün nasıl yeniden yazıldığına ve yaşam öyküsünün çarpıtıldığına değinen Djebar, siyasi bir mücadele yürütürken hayatını kaybedenlerin anısının ehlileştirilmesini, hayat hikâyesinin çarpıtılarak anlatılmasını kişinin “yalnızca kendisini değil, hayaletini de boğmaya yönelik bir başka girişim”[9] olarak nitelendirir. Butler’a göre ise “hayatın değeri ancak kaybın önemli sayıldığı koşullarda öne çıkabilir. Dolayısıyla, yası tutulabilirlik, ancak bir önemi olan hayata dair bir varsayımdır.”[10] Yaşam öyküsünün ehlileştirilmesi, kişiyi yası tutulabilir kılmak için tertiplenen bir oyundur adeta. Djebar’ın yazın hayatını adadığı bu hatırlama mesaisi ise diğer tüm yollar tükendiğinde dahi kişiyi edebiyat yoluyla yası tutulabilir kılabileceğimizi hatırlatan bir telkin gibi.
Dipnot ve Kaynakça
[1] Djebar, Assia. Algerian White: A Narrative. Fransızca orijinalinden çev. David Kelley ve Marjolijn de Jager. New York: Seven Stories Press, 2003. s. 219.
[2] Butler, Judith. Savaş Tertipleri: Hangi Hayatların Yası Tutulur? çev. Şeyda Öztürk. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2020. s. 12.
[3] Djebar, a.g.e. s. 35
[4] a.g.e. s. 15
[5] a.g.e. 17
[6] a.g.e. 14
[7] Nichanian, Marc. Historiographic Perversion. Fransızca orijinalinden çev. Gil Anidjar. New York: Columbia University Press, 2009. s. 95.
[8] Butler, a.g.e. 12
[9] Djebar, a.g.e. 124
[10] Butler, a.g.e. 22
Yayın Tarihi: 15/11/2023