Zihinlere oynayan sömürgecilik zihinsel savunmayı kırmak ve onu teslim almak ister. Teslimiyeti kabul eden varlık yeni köksel arayışlara girer. Varlık, boşluğu kabul etmediğinden dolayı dayanak arar ve kendini temellendirme çabasında olur. Dönemin hâkim sömürgeci gücü kimse oraya kollarını açarak koşar. Kürt üst sınıfının ya da tabakasının durumu da bu olmuştur.
İncil'de anlatılana göre, dört günlük ölü olan Lazarus’un cesedi bezlerle sarılmış olarak yas evinde bulunmaktadır. İsa yas evine uğrar. Ölünün annesi ve kardeşlerinin feryadı karşısında “Lazarus, ayağa kalk ve yürü!” der. Lazarus ayağa kalkar ve yürür. Ölü, can bulur.
“Diriliş” kavramı dinî literatürde kullanılan bir kavramdır, ölünün yeniden hayata dönüşünü vurgular. Diriliş kavramının Kürt toplumu şahsında sosyolojik açıdan ele almak ve yorumlamak yaşanan gerçeklikle beraber anlamlı olacağı kanısındayız. Bilindiği gibi Kürt toplumu günümüze değin birçok şekilde tanımlanmaya çalışılmış, kendisine birden çok yaftalar yapıştırılmıştır. Kürtler hakkında konuşan, yorum yapan her zaman sömürgeciler olmuştur. Sömürgeciler sadece zor kullanarak bir toplum üzerinde etkilerini uzun süre var kılamayacaklarını bildiklerinden, toplumun gerçekliği ve hakikatiyle oynamak isterler. Örneklendirirsek; Osmanlı sarayının denetiminde olan Molla Sadreddin’in uydurduğu bir öyküye göre, "Peygamber Muhammed’in sesi ve ünü tüm dünyaya yayılınca Türkistan’ın en büyük sultanlarından olan Oğuz Han, Kürtlerden Beydoz adında Çirkin Suratlı bir şahsı peygambere gönderdi. Peygamber onu görünce tiksinmeye başladı, kim olduğunu sordu. Beydoz 'Kürdüm' deyince peygamber 'Allahım böyle bir kavmi muvaffak etme yarabbi. Aksi halde dünyayı titretirler' diye dua etti.” Molla Sadreddin'in anlattığı bu rivayetin tutarsızlıklarıyla ilgilenmeye gerek dahi yoktur ancak bu rivayetlerin günümüzde toplumsal algı düzeyindeki yansımalarını aklımızdan çıkarmamak da gerek. Yine Arap tarihçi Mesudi, Molla Sadreddin’den geri kalmaz ve çıtayı daha da yükselterek Kürt kavramını “Kerada” kelimesine dayandırır. “Karada-Karadu” sözcükleri “sürgün” anlamına gelmektedir ve Mesudi'nin uydurduğu hikaye şöyledir: "Diğer ülkeler Kral Süleyman’a bağlılıklarını göstermek için ona cariyeler göndermişlerdir. Cariyeler Süleyman’ın adamları tarafından götürülürken cinler tarafından alıkonulmuşlar ve Kürtler cinlerin bu cariyelerle münasebetinden peydahladıklarıymış. Bu çocuklar doğduktan sonra tabiatları itibariyle kötü olduklarından cinayet, yol kesme, eşkıyalık ve her türlü fenalığı işlemişler. Bunun üzerine Süleyman onlar için 'Keradu el cibal' (Dağlara sürün) diye emir vermiş. Bu kötü insanlar dağlara sürülmüş. Keradu ismi Zamanla Kürt sözcüğüne dönüşmüştür” der. Bazı Arap ırkçıları zihinsel kodlarını bu ve benzeri hikayelerden alan tavırlarını halen sürdürmektedirler. “El Ekrad taifetül min el cin” diyerek ırkçı ve inkârcı yanını açık biçimde ortaya koyarlar.
Sömürgeciler temelsiz ve gülünç uydurmalarla Kürt halkını kendisinin bir parçası haline getirmeyi amaçlamışlardır. Bundan dolayı dönemin hâkim ideolojisinin etkisi kullanılarak Kürtleri dejenere etmişlerdir. Bu yaklaşımın tamamen başarısız olduğunu söylemek doğru olmayacaktır. Nitekim sömürgeciliğin etki düzeyi yüksek olmuştur ki dönemin Kürt yazar ve bazı tarihçileri bu iddiaları tekrarlarlar. Bazıları sömürgeciliği o kadar içselleştirmiştir ki soylarını hâkim sömürgeciliğe dayandırırlar. Amediye beyleri Abbasi halifelerinin soyundan geldiklerini iddia ederler. Rajki mirleri Sasanilerin, Bedirxaniler Xalid Bin Velid’in torunları olduklarını ileri sürmüşlerdir. Durumun kendisi sömürgeciliğin zihinlerde yarattığı etkinin somut bir tanımlamasıdır.
Doğadaki canlılar ve varlıklar kendi eko-sistemi içinde yaşamlarını sürdürürler. Bunun dışına çıkmazlar. Kendi doğalarının dışında hareket etmek onlar için tehlikelidir ve ölümle yüz yüze kalmayı ifade eder. İnsan varlığı, bilinçle beraber kendini farklı bir evreye taşımışsa da ait olmak, dayanak ve kök arayışı her zaman sabit olmuştur. Klan toplulukları, kendi varlıklarını totemlerle anlama kavuşturmak istemişlerdir. Doğadaki bir canlıyı belirleyerek onu kendi kimliklerinin yanına iliştirmişlerdir. Kendilerini totemleriyle tanımışlardır, totemleri aracılığıyla kendileriyle tanışmışlardır. Bu bir var olma, dayanak belirleme arayışı olduğu kadar kendilerini yarınlara taşırma istemidir de, çünkü kimlikleri sosyolojik anlamda özgürlükleridir. Toplumsal evrelerle beraber bu anlam derinlik kazanarak genişlemiş ve her toplumun köksel tarihi oluşmuştur. Toplumlar geçmişini yorumlayarak, isimlendirerek, bir bilinç haline getirerek onunla doğru yaşam arayışında olmuştur. Kürt toplumu bu hususta oldukça köklü bir toplumdur. Sömürgecilik tam da bu noktalarda tarih ve toplumsal-varlığın psikolojisini ve önemini iyi bildiğinden, iyi okuduğundan toplumun veya varlığın dayandığı hakikate saldırır, orayı hedef alır. Toplumun tarihsel oluşum ve hakikatini sırt dönülmesi ve kaçınılması gereken bir illet ya da hastalık olarak sunar. Zihinlere oynayan sömürgecilik zihinsel savunmayı kırmak ve onu teslim almak ister. Teslimiyeti kabul eden varlık yeni köksel arayışlara girer. Varlık, boşluğu kabul etmediğinden dolayı dayanak arar ve kendini temellendirme çabasında olur. Dönemin hâkim sömürgeci gücü kimse oraya kollarını açarak koşar. Kürt üst sınıfının ya da tabakasının durumu da bu olmuştur. İnkâr ve yok sayma yaklaşımlarına destek sunmuşlardır. Kürt tarihinde iyi niyetli yaklaşımlar, duruşlar veya tavırlar sergilense de hâkim sömürge ideolojileri kırılamamış, aşılamamıştır. Sömürgeciliğe karşı geliştirilen tavırlar ya yerel ya sınıfsal ya da mezhepsel kalmıştır. Bütünlüklü bir uluslaşmayı kapsayan stratejik yaklaşım geliştirilememiştir.
Bu durum, Kürt toplumunun tarihsel handikapı haline gelmiştir. 20. yüzyıla kadar sömürgeci faaliyetler ivme ve başarı kazanmıştır. Kürt olgusu utanılacak ve ayıplanacak duruma gelmiştir. Kürtlük de beş para etmez bir değer haline indirgenmiştir. Kürt halkının kimi değerleri çarpıtılıp, içi boşaltılmış ve Kürt’e sadece biyolojik çoğalma bırakılmıştır. Kürt halkının zihinsel bilinci ve dünyası üreme odaklı bir işlevsellik kazanmıştır. Özellikle bu durum 19. yüzyılda kapitalizmin Kurdistan'a girişiyle daha derinlikli boyut kazanmış ve Kürt toplumunun yaratıcılığı kırılmıştır. Tarihte Kürtler özerk yaşadığı gibi sanatta, edebiyatta, kültürel yaratımlarda da birden çok gelişime öncülük etmişlerdir; tarihsel ve kültürel birikimleri kanıtlarla mevcuttur. Ancak sömürgecilik ve özellikle kapitalizmin yayılmasıyla beraber Kürt toplumu felce uğramış ve basireti bağlanmıştır.
Demokratik modernite ve demokratik ulus perspektifleri başta Kürtler olmak üzere yüz yıllardır savaşlarla kaynayan Ortadoğu halkları için tek çıkış yoludur. Öcalan’a yönelik geliştirilen uluslararası komplonun temel nedeni de budur. Özellikle de bugün yürütülen tecrit, bununla bağlantılıdır. Özde yürütülen demokratik modernite ve kapitalist modernite savaşıdır. Sistemsel bir savaştır.
Sömürgecilik Kürtlük olgusunu o kadar iğrenç seviyeye düşürmüştür ki onu düştüğü yerden kaldırmak büyük bir mücadele gerektirmekteydi. Sömürgecilik sadece işgal etmekle kalmıyor, aynı zamanda kendi karakterini sömürülenin içine taşıyordu. Yaşamak istiyorsan değerlerine ihanet edip, uşak ve işbirlikçi olmalıydın. Tek geçerli kural buydu. Kendi bireysel ve ailesel çıkarları için tüm tarihsel değerlere sırtını dönen ve onları satan bir karakter yaratılmıştı. Güdüsel yaşamı ve rahatı uğruna satmayacağı hiçbir şey olmayan tipolojiler çıkmıştı. Kürtlük ve Kürtlük kokan her şey üzerinde ne kadar tepinirsen o kadar yükselirsin. Bu karakter ve sömürgeci kişilik Kurdistan'da oluşabilecek tüm gelişmelerin önünü almıştır. Kimi tepkiler olsa da ya çabucak bastırılmış ya da içleri türlü oyunlarla, hilelerle, komplolarla boşaltılarak ortadan kaldırılmıştır. Kürtlük ve Kurdistan 1970’lere kadar ölüm sessizliğine bürünmüş, üzerine ölü toprağı atılmıştır. Kürtlerin durumu yazımızın başında İncil'den atıf yaptığımız Lazarus’un öyküsüne benzer. Ama bir fark vardır; Kürtlüğün ve Kürt olgusunun başında ağlayan, feryat eden kimse olmadığı gibi, ona kalk yürü diyecek kimse de bulunmamaktadır.
Asimilasyon ve soykırımın kol gezdiği bir ortamda Abdullah Öcalan, mevcut durumdan rahatsız olarak çıkış yapar. “Kurdistan sömürgedir” derinliğine bu ortamda ulaşır. Oluşturduğu grupla beraber Kürt varlığını kanıtlamaya çalışır. Öcalan’ın çıkışıyla tüm Kurdistan'da bir değişim kendini gösterir. Verdiği mücadele ve ortaya koyduğu fikirleriyle Kürtlerin toplumsal ve kültürel değerleri yükselişe geçer. Milenyuma girilirken kapitalist moderniteye dair çözümlemeleriyle bir zihniyet devrimi yaratır. bu devrimin ürünü olarak demokratik modernite paradigması şekillenir.
Bu çözümleme ve fikirler sadece Kürtlerin üzerindeki ölü toprağı kaldırmakla kalmamış, Ortadoğu ve dünya için de alternatif bir sistem vaadinde bulunmuştur. Bunun yansımalarını birçok yerde görmek mümkün. Bugün dünyanın her bölgesinde Öcalan için özgürlük ses ve talepleri yükselmesinin altındaki gerekçe de budur. Özcesi Öcalan, uçurumdan aşağıya yuvarlanan Kürt halkının makus kaderini değiştirmekle yetinmemiş, toplumlara kendi gerçekliği içerisinde yaşamalarının yollarını açmıştır. Kuşkusuz Demokratik modernite ve demokratik ulus perspektifleri başta Kürtler olmak üzere yüz yıllardır savaşlarla kaynayan Ortadoğu halkları için tek çıkış yoludur. Öcalan’a yönelik geliştirilen uluslararası komplonun temel nedeni de budur. Özellikle de bugün yürütülen tecrit, bununla bağlantılıdır. Özde yürütülen demokratik modernite ve kapitalist modernite savaşıdır. Sistemsel bir savaştır. Başta tüm Kürt halkı ve gençleri olmak üzere, sol-sosyalist ve demokratik çevreler bunu böyle ele almalıdır. Tecridin temelinde bu vardır ve okuması bu şekilde yapılmalıdır. Adeta "Sen misin ölü Kürdü kaldıran", “Sen misin bölge halkına alternatif olan” dercesine intikam alınmaktadır Öcalan'dan.
Ortadoğu'da kadın köleliğini Öcalan yıkmıştır ve bu kutsal yıkım devam etmektedir. Öcalan beş bin yıllık sistemi temelinden sarsmakla kalmamış onu değiştirip dönüştürmüştür. Kendisine yönelimin üst düzeyde olmasının temelinde bahsettiğimiz bu gerçeklik yatmaktadır.
Kapitalist sistem kendi hedef ve amacı için tek engel olarak Öcalan ve de paradigmasını görmektedir. Bundandır ki İmralı tecrit koşullarını daha da ağırlaştırmaktadır. Öcalan’ın sesinin ve düşüncelerinin dışarıya çıkmasına tahammül edilmemektedir. Ancak her engelleme ve baskıya karşın Öcalan değerler silsilesi oluşturmuştur. “Kuyruklu Kürtten” özgür Kürt'ü yaratmış ve ondan bilinçli bir varlık oluşturmuştur. Kürt toplumu tüm dünyada kabul edilmiş, direnişi emsal teşkil etmiştir. Bunun en somutlaşmış ve yaşam bulmuş hali de Rojava Devrimi'dir. Kürt kadınları ve Kürt toplumu, Ortadoğu’nun tortusu olan barbar DAİŞ'e karşı destansı direnişler sergilemiştir. Tüm halklarda hayranlık uyandırdığı gibi bu direnişin büyüklüğünü ulus-devletler de kabul etmek zorunda kalmıştır. Dünya kadınlarına örnek olan Rojava direnişi kadın ve demokratik ulus sisteminin devrimidir. Aynı çizgi kendini İran’da molla rejimine karşı “Jin, Jiyan, Azadî” felsefesiyle dışa vurmuş ve dikkatleri üzerine çekmiştir. Ayaklanmanın öncüsü kadınlar olmuştur. Bu da oluşacak devrimin nüvelerini atmış ve öncülerini belirlemiştir. Ortadoğu'da kadın köleliğini Öcalan yıkmıştır ve bu kutsal yıkım devam etmektedir. Öcalan beş bin yıllık sistemi temelinden sarsmakla kalmamış onu değiştirip dönüştürmüştür. Kendisine yönelimin üst düzeyde olmasının temelinde bahsettiğimiz bu gerçeklik yatmaktadır.
Roman’ın devamında bir anne mankurtlaştırılmış oğlunu kurtarmak ister. Oğlunun yanına varınca oğlu onu tanımaz ve efendisinin hayvanlarına zarar verecek biri olarak algılar. Elindeki okla öz annesini vurur. Ana burada toplumsal değerdir. Mankurt’un saldırdığı, öldürdüğü kendi toplumsallığı ve toplumsal değer birikimidir.
Her ne kadar sonucu mücadele belirlese de kapitalizmin yapısal ve anlamsal bulanım yaşadığı gün gibi ortadadır. Toplumun çıkışsız düzeye varan hastalıkları (ruhsal ve biyolojik), dünya kaynaklarının tükenme noktasına gelmesi, çevre kırımı, tüm canlıların tehlike altına alınması ve büyüyen savaşlar sistemin geldiği aşamayı gösterir. Tüm bunlara rağmen kapitalist sistem toplumsal yapıya, ahlaki değerlere saldırmaktan geri durmadığı gibi yeni hamleler ve yöntemler geliştirmektedir. Kapitalizm ve onun liberal ideolojisi söz konusu olunca oldukça uyanık bir bilinç ile yaklaşılması gerekir. Nitekim bilinmektedir ki birçok birey veya toplum, kapitalizmin denetimi altında yaşadığından habersizdir. Medya, TV, spor, sanat, edebiyat, yapay kültürüyle, sanal aygıtları tarafından toplum her gün bombardımana tutulmaktadır. İnsanların bağlanacağı, tutunacağı hiçbir değer bırakılmamıştır. Bireyci yaşam tarzı, kendini esas alma, toplumsallıktan kaçma gerçek ve doğru gibi sunulmaktadır. Bahse konu olan durum toplumumuzda da malesef gelişkindir. Böyle olmasaydı yılların emeğiyle yaratılan değerlere çok rahat ve kolayca sırt çevrilir miydi? 21.yüzyılda, insanlığın doğuşuna beşiklik yapmış ve anlamın oluştuğu topraklar olan Kurdistan'dan uzaklaşıp kapitalizmin yaşam tarzı benimsenmez ve merkezleri kabe olarak seçilmezdi. Kapitalizm, “mankurtlaştırma" aracını acımasızca kullanmakta ve yaratılan değerleri yok etme gayretindedir. Mankurtlaşmayı ve mankurtlaştırmayı Cengiz Aymatov “Gün olur asra dedel” adlı romanında en sade biçimde açar ve yorumlar. Eserinde mankurtluğu ve mankurtlaşmayı şöyle özetler: “Juon Juonlar işgal ettikleri yerlerde esir aldıkları kişileri mankurt yapmak için önce esirin başını kazır, saçlarını tek tek kökünden çıkarmışlardır. Bunu yaparken usta bir kasap arada bir deveyi keser, derisini yüzermiş. Derinin en kalın yeri boyun kısmı olduğu için bu kısmı kullanırlarmış. Boyun derisini parçalara ayırır, taze haliyle esirin kan içinde olan kazınmış başına sımsıkı Sararlarmış. Buna 'deri geçirme işkencesi' derlermiş. Böyle bir işkenceye maruz kalan tutsak ya acılar içinde kıvranarak ölür ya da hafızasını tamamen yitiren, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan bir mankurt, yani geçmişini bilmeyen bir köle olurmuş." Aytmatov şöyle devam eder: "Mankurt olmaları için bırakılan tutsakların çoğu ölür, beş altı kişiden ancak bir ya da iki kişi kalırmış, onları öldüren açlık veya susuzluk değil, başlarına geçirilen soğumamış deve derisinin güneşte kuruyup büzülmesi, başlarını mengene gibi sıkıp dayanılmaz acılar vermesiymiş. Bir yandan deve büzülüyor, bir yandan da kazınan saçlar büyüp başına batıyormuş, saç kılları üste doğru çıkmayınca içeri doğru uzar ve diken gibi batarmış. Bu dayanılmaz acılar sonunda tutsak ya ölür ya da aklını, hafızasını yitirirmiş. Köle zamanla kendine gelir, yiyip içerek gücünü toplarmış. Ama artık bir mankurtmuş o. Kim olduğunun farkında değilmiş. Bilinci belli olmadığı için efendisine büyük avantaj sağlarmıs. Ağzı var, dili yok. Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan geldiğini; anasını, babasını bilmezmiş." Roman’ın devamında bir anne mankurtlaştırılmış oğlunu kurtarmak ister. Oğlunun yanına varınca oğlu onu tanımaz ve efendisinin hayvanlarına zarar verecek biri olarak algılar. Elindeki okla öz annesini vurur. Ana burada toplumsal değerdir. Mankurt’un saldırdığı, öldürdüğü kendi toplumsallığı ve toplumsal değer birikimidir.
Değersizlik hissiyatı bireyi istilacıyı örnek almaya iter. Yabancılaşmanın ilk adımları başarıyla atılmış olunur. Yabancılaşan birey doğası gereği sömürgecilere özenir. Sömürge saflarında yer edinmek ilk hedefi olur. Onlar gibi konuşmak, onlar gibi düşünmek, onlar gibi giyinmek ister.
Asya topraklarında deve derisiyle yapılan belleksizlik ve köksüzleştirme pratikleri, Kurdistan'dan da eksik olmamıştır; hâlen devam etmektedir. Dersim'de öldürdükleri insanların çocuklarını alıp mankurtlaştırma tezgahından geçirmişlerdir. Sıdıka Avar adlı özel savaş elemanı, Dersim kızlarını ne hale soktuğunu, Kürt denilince çocukların nasıl utanarak ağladığını kitabında övünerek anlatır. Toplumun en değerli üyesi olan çocukları erken yaşlarda anneden (toplumsal değer silsilesinin ilk öğretmeni) ve toplumdan kopartılarak alınır. Çocukları kendi eğitim sistemlerinde istedikleri gibi yetiştirir ve şekillendirirler. Bu tezgâha yatırılan çocuk bambaşka biri olarak kalkar. Duygularında, istemlerinde, özünde, dilinde ve kültüründe kırılmalar yaratılır. Çocuk benliğinden utanılacak dereceye vardırılır. Kendinden kaçmaya yeltenir. Bu kaçış hali, hâkim sömürgeci kültürün psikolojik yöntemlerle sömürdüğü çocuğun kültürünün içini boşaltıp onu değersizleştirmesinden kaynaklıdır. Sömürülen toplumun kültürel yapısı her yönüyle alay konusu olur. Bilinçlere “yaşama şansı bulmak istiyorsan mevcut olandan uzaklaşmalı ve onu hor görmelisin" düşüncesi dayatılır. Bunu gören toplumun yeni üyeleri dışlanma ve küçük düşürülme korkusuyla mevcudun dışında olan sömürgeci kültüre daha çok sarılır. Yaşadığı boşluk ve korku yeni üyeyi/üyeleri her daim sömürge kültürüne ulaşma hırsı içinde tutar. İstilaya ve sömürgeye uğrayan bireye ilk öğretilen zayıf olduğudur. Buna ikna edilir. Bu bir değersizlik hissi oluşturur. Değersizlik hissiyatı bireyi istilacıyı örnek almaya iter. Yabancılaşmanın ilk adımları başarıyla atılmış olunur. Yabancılaşan birey doğası gereği sömürgecilere özenir. Sömürge saflarında (sisteminde) yer edinmek ilk hedefi olur. Onlar gibi konuşmak, onlar gibi düşünmek, onlar gibi giyinmek ister. Bireyin sosyal benliği, içinde şekillendiği toplumsal yapının sosyal ve kültürel ilişkileriyle oluşur, biçimlenir. Bu bir kültürel teslim olma halidir. Kültürel teslimiyet, istilacıların değerlerini benimsemeye yol açar. Bunun doğurduğu sonuç xwebûn (kendin olmak) halinden çıkmaktır. En temel anlamı, kendin için varlık olmaktan çok başkaları için varlık olmaktır. Bu varlık kendisi için siyasi, kültürel, ekonomik kararlar alamaz. Bu kararı onun adına istilacılar alır. Ona düşen, efendisinin sistemini korumaktır. Konumuzla bağlantılı olan ve gördüğümüzde içimizi acıtan bir örnek de devrimin merkezi olan Rojava'dan ailesi için kaçan, değerlerine sırt dönen Aylan Kurdi’nin babasıdır. Sonuç, masum bir çocuğun kıyıya vurarak ölümü. Tüm yaşananların sebebi kurtuluşu kendi vatanının dışında aramaktır. Bu pratiğin kendisi, tek kelimeyle utanç vericidir. En hafif tanımla nihilizmin kendini dışa vurumudur.
Aylan Kurdî, Çizer: Rewhat
Kendinden, özgürlükten, özgür mekanlardan kaçmak mankurtluğun zirvesidir. Kaçış kişiliği, köksüzlük ve belleksizlik Kürt halkının tarihinde kendini hiçbir zaman bu kadar açıkça hissettirmemiştir. Belleksizliğin ve kendinden kaçışın anlaşılmasını bir tarafa bırakalım, durumun kendisi bir felsefe olarak ele alınmaktadır. Hiçbir değere bağlanmamak “özgürlük" olarak yorumlanmaktadır. Özgürlüğün temelinde sorumluluk, aidiyet ve bağlılık vardır. Toplumsallıktan, tarihsellikten, dilden, sosyaliteden kopuk bir özgürlüğün anlamı olabilir mi? Özgürlük güçlü benliğe dayanır. Benlik ise toplum ve insan ilişkileriyle oluşur. Bunun dışında gelişen özgürlük arayışı ve tanımı yanılsamadır. Gerçekliği özgürlükten kaçış ve özle yüzleşmemedir. Yaşananların temelinde içi boşaltılmış, gerçek olmayan, sahtelikle güdüsel yaşama tutunma arayışı vardır.
Yukarıda da vurguladığımız gibi yapılan eylemin kendisi özgürlük olarak algılanıyor. Paule Freire “Ezilenlerin Pedagojisi” adlı eserinde şöyle bir çözümlemede bulunur: "Ezenin imajını içselleştirerek ezenlerin ilkelerini benimsemiş haldeki ezilenler, özgürlükten korkar haldedir. Özgürlük onların bu imajı reddetmelerini, yerine özerklik ve sorumluluğu getirmelerini gerektirir. Özgürlük fethedilir, armağan olarak alınmaz. Özgürlüğün izini, sürekli ve sonsuzlukla sürmek gerekir. Özgürlük insanın dışında bir ideal değildir: Mit haline gelen bir fikir de değildir. İnsanın yetkinleşme arayışının olmazsa olmaz bir koşuludur." Yine H. Arendt “Özgürlük eylemde bulunmaktır" der. Belirlemelerden de anlamaktayız ki özgürlük uzaklarda bulunamayacağı gibi başkaları tarafından da hediye olarak verilmez. Onu kendi emeğimiz ve yaratımımızla, bedel ödeyerek, eylemde bulunarak oluşturabiliriz.
Yılların yoğunlaşması ve emeğiyle yaratılan Demokratik Ulus çizgisi özgürlüğe giden, karakter oluşturan, yol gösteren ve xwebûn olmanın tek adresidir. Sömürgeciliğe en iyi cevap Demokratik Ulus çizgisinde yetkinleşmek ve pratikleşmektir.
*Tutsak yazar, bu metninin kendisini mücadeleyle tanıştıran Şehît Simko Kerboran adıyla yayımlanmasını şehidin anısına bir saygı ve minnet ifadesi olarak talep etmiştir.
Yayın Tarihi: 16/10/2024