20 Kasım Dünya Çocuklar Günü yaklaşırken, Türkiye'de 2016'dan bu yana çocuklara dair güncel veriler paylaşılmıyor. Son 16 yılda, zırhlı araçların karıştığı kazalarda Kürt kentlerinde 21'i çocuk 44 kişi hayatını kaybetti, 23 çocuk yaralandı. Zırhlı araç kazalarının %99'u Kurdistan'da gerçekleşti.
Narin ile başladığım ilk yazım, henüz cenazesinin bulunmadığı zamanlara aitti. Şimdi, 8 yaşında bir çocuğun cenazesinin 19 gün boyunca bulunmadığı gerçeğiyle, ölüm tarihi bile bilinmeyen bir çocuğun mezar taşına kazınmış adının buz gibi çığlığıyla çalkalanıyoruz. Narin’in hikayesi kişisel bir trajedi değil, Türkiye'deki çocuk politikalarının çarpık yapısını da gözler önüne seriyor. AKP-MHP iktidarının ise bu trajediler karşısında attığı adımlar, gerçek çocuk politikalarına dair bir boşluğu daha da belirgin hale getiriyor.
İnsani değerleri korumayı başarmış herkes, çocuğu evinde dahi koruyamamanın ağır yükünü omzunda hissederken AKP-MHP iktidarı yangından mal kaçırırcasına aile mitingleri düzenleme derdinde. Ve henüz bu mitinglerin yankıları sürerken Tekirdağ’da iki yaşındaki bir çocuğun cinsel istismara maruz bırakıldığı haberi de bu yankıların arasında gündem olamadan kayboluyor elbette.
Demokratik bir ortam, demokratik bir yaşam, demokratik bir aile kurmadan çocukların güvenliğini sağlamak mümkünmüş gibi yapmak bu devlet aklının en kadim geleneklerinden biri. Gözünü kırpmadan çocukları koruyan sözleşmeleri feshedenlerin dertlerinin çocuklar olmadığı hepimizin malumu. Özellikle Narin Güran cinayetine dair şaibeler sürerken, hiç inandırıcı olmayan senaryolarla konu saptırılmaya çalışılırken aile vurgusu yapıp odak değiştirmek tam da AKP-MHP iktidarına yaraşır bir yöntem. Türkiye, bilinçli politikalarla koca bir kadın ve çocuk mezarlığına çevrilmek isteniyor.
Türkiye’de çocuk ölümleri “münferit” değil, teşvik edildiğini dahi söylesek ileri gitmiş olmayız. Henüz Narin’in katledilmesinin arkasındaki olaylar aydınlatılmamışken yakın zamanda maalesef bir oyun parkında 12 kurşunla katledilen 15 yaşındaki Suriyeli Abdullatif’in fotoğrafı her yerde bize aynı şekilde bakıyor. Bu çocukların ortak gerçekliği Ceylan’da, Narin’de, Abdullatif’te, Uğur’da, Cemile’de donmuş bir bakış; hepimize katillerinin kim olduğunu soruyor adeta. Aile, havan topu, kurşun, derin dondurucuda saklanan cenaze, göçmen düşmanlığı derken karşımıza yine o gerçek dikiliyor: Devletin çocuk düşmanı politikaları.
20 Kasım Dünya Çocuklar Günü yaklaşırken, Türkiye'de 2016'dan bu yana çocuklara dair güncel veriler paylaşılmıyor. Son 16 yılda, zırhlı araçların karıştığı kazalarda Kürt kentlerinde 21'i çocuk 44 kişi hayatını kaybetti, 23 çocuk yaralandı. Zırhlı araç kazalarının %99'u Kurdistan'da gerçekleşti.
2023'te Colemêrg’te bir uzman çavuşun aracıyla çarptığı 5 yaşındaki Erdem Aşkan yaşamını yitirdi, ancak savcılık Erdem’i 'kusurlu' buldu. Amed’de 5 yaşındaki Efe Tektekin’i öldüren polis beraat etti.
Helin Hasret Şen ve Uğur Kaymaz polis kurşunuyla katledildi. Roboski’de katledilenlerin çoğu çocuk yaşta, Berkin Elvan 14 yaşında gaz fişeğiyle vurulup 16 yaşında öldü, Cemile Çağırga’nın cenazesi derin dondurucuda bekletildi. Çocukların bilinçli bir şekilde hedef alındığı bu ölümler, sistematik bir savaşın sonuçlarıdır.
Diğer yandan katledilen ya da kaybedilen çocuklar Türkiye ve Bakur ile sınırlı da değil. Efrin’de kaçırılan Ezidi kız çocukları Ankara’dan çıkıyor. IŞİD’i sarıp sarmalayan “devlet baba” kendi çocuklarına kan kusturuyor. Çocuklar Aylan Kurdî örneğindeki gibi göç yollarında yaşamını yitiriyor. Milyonluk futbol kulüplerinin darboğazdan çıkmak için ülkenin gidişatını anlattığı sunumun bir parçasına dönüşüveriyor.
Tek adam zihniyetinin ve devlet geleneğinin çocuklara sunduğu, bir çözümü varken ve anahtarın nerede olduğu biliniyorken Orta Doğu’yu kan gölüne çevirmekten başka bir şey değil. Öyle bir hiyerarşi var ki, öyle manasız bir “öncelikler sıralaması” söz konusu ki, çocuklar tarihin bir noktasında elde ettikleri “çocuk olma hakkını ve kimliğini” daha tanıyamadan yaşamlarını yitiriyor.
Deprem bölgesinde kaybolan çocuklarla ilgili ise net bir sayı yok. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, bu çocukları "refakatsiz çocuklar" olarak tanımladı, ancak ailelerinin bulunması zorlaştı. Kayıp çocuk sayısının belirtilmesi, çocukların son görüldükleri yerlerin tespit edilmesi ve sürece müdahale edecek ekiplerin oluşturulması gerekiyor. Kayıp çocuklarla ilgili açıklamalarda yeterli bilgi paylaşılmadı. Süreçte geç kalınması, depremzede ailelerin üzerindeki yükü artırıyor.
Depremin yaralarının sarılmaya çalışıldığı dönemlerde çocukların tarikat yurtlarına yerleştirildiğine dair birtakım iddialar gündemdeydi. Bu iddialar otoriteler tarafından tatmin etmeyen açıklamalarla yalanlanırken tüm toplumun aklına aynı şeyler geldi: İsmailağa Tarikatında çocuk istismarı, Ensar Vakfı davası, “bir kereden bir şey olmaz” diyen bakan ve gülerek oy kullananlar, Aladağ’da yurt yangınında üzerlerine yangın kapısı dahi kilitlendiği için yanarak can veren kız çocukları…
İşte Türkiye’nin çocuk politikasının çıplak yüzü bu. Gönül isterdi ki bu yazıda çocukların barınma, eğitim, beslenme sorunlarından uzun uzun bahsedilebilsin. Ancak katledilen çocukların listesi o kadar uzun ki, daha “gündelik” kalıyor bu kadar hayati konular bile. Tek adam zihniyetinin ve devlet geleneğinin çocuklara sunduğu, bir çözümü varken ve anahtarın nerede olduğu biliniyorken Orta Doğu’yu kan gölüne çevirmekten başka bir şey değil. Öyle bir hiyerarşi var ki, öyle manasız bir “öncelikler sıralaması” söz konusu ki, çocuklar tarihin bir noktasında elde ettikleri “çocuk olma hakkını ve kimliğini” daha tanıyamadan yaşamlarını yitiriyor.
Doğrudan ya da dolaylı bir şekilde devlet politikaları, tecritte ısrar çocukları vuruyor. Hayatta kalan çocuk için barınma, beslenme, eğitim lüks haline getiriliyor. Bunlara da ulaşabilen çocuğun aldığı eğitim pedagojik yeterlilikten uzak, kimliğine düşman, ötekileştiren, militarist kodlarla mekanikleştirildiği bir formata büründürülüyor. Anadilinde eğitim, “seçmeli” olarak sunuluyor çocuklara. Dinlediği şeyi en iyi anadilinde anlamazmış gibi, başka bir dille verileni almak zorunda, kendi anadilini ise “seçebilir” kararı veriliyor. Hatta çoğu yerde o karar bile dayatma derslerle gasp ediliyor. Eğitimcilerin pedagojik esaslara aykırı bir şekilde öğrencileri sosyal mecralarda “komik” bularak paylaşması gündem olmuyor, ama Kürtçe seçmeli derste bir şehrin Kürtçe adı çocuklara öğretilirse linç kampanyası başlatılıyor. Ve bugün, yakın zamanda olduğu gibi MED-DER gibi kurumlarda çocuklara anadilinde okumayı ve yazmayı öğreten mamosteler 4.5 saat boyunca “kimden para aldıkları, bunu neden yaptıkları” sorgulamalarına maruz bırakılıyor.
Peki bütün bu düşman politikanın, çocuk düşmanlığının panzehiri nedir? Bütün Ortadoğu’da ve dünyada insanca yaşamın temeli neyse, odur. Fikriyattır, maruz kalanı esas almak, dinlemek, sürece katmaktır; yani kapsayıcı demokratik modelin inşasıdır.
Fikriyatımıza göre, önce aile kurumu demokratikleşmelidir. Bunun için kadın ve erkek arasında cinsiyet eşitlikçi bir düzlem yakalanmalıdır. Bu düzlem üzerinden yükseltilecek yeni yapı mülkiyetçi anlayıştan uzak olmalı, her unsurunun ayrı değerlendirildiği ve kendini gerçekleştirdiği bir yapı olmalıdır. Devletin “makul ve makbul” olduğunu iddia ettiği alçaltılmış kadın-erkek figürlerinin demokratik ailede yeri olmaması, özgüvenli ve kendini tanıyan, isteklerini bilen, özsavunmasını gerçekleştirebilecek çocuklar gerçekliğini karşılayacaktır.
DEM Parti geleneğinin üzerinde yükseldiği fikriyat, çocukların birer politik özne olarak kabul edilmesini ve bu yönlü politikaların tesisi edilmesini esas alıyor. Radikal demokrasiyi inşa etme amacı göz önünde bulundurulduğunda toplumsal alanın önemli bir bölümünü oluşturan çocukların doğrudan etkilendikleri politikaların yapılma süreçlerinden dışlanması söz konusu olamaz. Bu noktada daha önce örnekleri oluşturulmaya çalışılan “Çocuk Meclisleri” önemli bir ihtiyaçtır. Çocuk meclisleri sadece bir danışma kurulu olmakla kalmayacak, aynı zamanda çocukların karar alma süreçlerine doğrudan katılmasını sağlayarak onların seslerinin duyulmasını garanti edecek. Böylece çocuklara yönelik politikalar başta olmak üzere yaşamın her alanına dair politika inşa edilirken, tarih boyunca bu alandan dışlanan çocukların talepleri, beklentileri ve kararları da göz önünde bulundurulabilir. Bu radikal demokrasinin olmazsa olmazlarındandır.
Bu sorumluluk yalnızca siyasi mekanizmalara yüklenmemelidir. Yurtseverlik iddiasında olan her ailenin demokratikleşmesi, kadını ve çocuğu bir bütünün “aparatları” olarak değil, eşit ve bağımsız bireyler olarak görmesi gerekmektedir. Erkeklik ve feodaliteye dayanan, kadını ev içi emek ve çocuk bakımına hapseden, çocukla eşit iletişim kurmayan anlayış terk edilmelidir. Aile demokratikleştiğinde, bireyler özgürleşecek; zihin özgürleştikçe, dayatılan dar kalıplar kırılacak ve toplumsal yaşamda köklü bir değişim başlayacaktır. Çocuklar, kapitalist modernite şartlarında toplumun en göz ardı edilen ama aslında en önemli kesimidir. Onların zihinsel ve duygusal özgürlüğü, toplumun genel özgürlük düzeyiyle doğrudan ilişkilidir. Çocuk itaat eden bir varlık değil, söz hakkı olan ve iradesini ortaya koyabilen bir birey olarak tanındığında, gerçek toplumsal dönüşüm mümkün olacaktır.
Yayın Tarihi: 21/10/2024