Bazı mücadeleler, yenilgi ve zafer karşıtlığının ötesindedir. Çünkü o mücadeleleri yürütenler, mücadeleye tüm güçlerini, inandıklarını ve hayatlarını koyarlar. Cumartesi Anneleri/İnsanları ya da Dayikên Şemiyê işte böyle bir mücadeleyi temsil ediyor bana göre. Onlar bu devlete defalarca geri adım attırdı, zorla kaybetme suçunun faillerini yargılattı.
Cumartesi Anneleri/İnsanları bu hafta, 25 Mayıs Cumartesi günü, onlara daha önce defalarca kez yasaklanan ve mücadele ederek geri kazandıkları Galatasaray Meydanı’nda bininci kez oturacaklar. Bu müthiş bir direniş, mücadele, inat, dirayet ve bağlılık hikayesi. Hem kendi hayatlarını hem de Türkiye’nin politik peyzajını değiştiren bir inanç hikâyesi. Bu hikâyeyi zaman ve dirayet, inanç ve bağlılık kavramlarıyla yeniden ele alarak yazdım. Yazının aynı zamanda, kayıp yakınlarının çok güçlü ve haklı mücadelesine minnet ve selam olarak okunmasını isterim.
Zaman ve dirayet
María Inés Mudrovcic, Conceptualizing the History of the Present Time (Şimdiki Zamanın Tarihini Kavramsallaştırmak) kitabında, bildiğimiz şekliyle “gelecek” fikrinin nispeten yeni olduğuna dikkat çeker. Bugün bildiğimiz haliyle gelecek fikri, on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda Batı Avrupa'da ortaya çıkar ve “tarihsel geleceği ilk kez insanlığın evriminin tutarlı bir süreci olarak tasavvur eden” yeni bir tarih kavramıyla yakından bağlantılıdır. Burada göze çarpan yenilik, gelecek fikrinin mekân-zaman olarak, “şeylerin olması gereken gibi olduğu veya olması gerektiği şekilde temsil edildiği bir dönem” olarak sunulmasıdır. Orta Çağ'da ise futurum (gelecek) bir şey ya da olaydı, asla zamanın mekânı değildi. Bu nedenle çoğul olarak, futura biçiminde kullanıldı. Modern gelecek kavramı, çoğulluğun oluşmasına izin vermeyen, tek bir zaman dilimine veya mekâna gönderme yapmaktadır: “Ortaçağ metinlerinde ne zaman gelecekten bahsedilse, 'gelecekteki olaylar'dan söz edilir, asla zaman ufkundan değil, 'gelecekteki olaylardan' bahsedilir”.[1] Benzer şekilde, daha önce yaşanan olaylar da geçmişte yani paylaşıldıkları bir geçmiş zaman diliminde değil, yalnızca onları tecrübe edenlerin ve aktaranların hafızasında mevcuttu.
Bekleyiş, kayıp yakınları açısından aynı zamanda arayış anlamına da geliyor. Kayıp yakınlarının kaybetmeden sonraki bekleyişleri esasen üç farklı zamansallıktan ve bu farklı süreçlerin üst üste yığılmasından oluşuyor.
Modern zamanlar, içinde olayların olması gerektiği gibi bir şekilde olduğunu tahayyül ettiğimiz, homojen ve çoğul olmayan bir gelecek fikrini zerk etse de bu fikir insanlar tarafından, pek çok kez, özellikle politikanın zamanında, defalarca delik deşildi. Kişisel alemlerimizde de zamanın aslında düz çizgisel biçimde değil de daireler, çemberler çizerek akıyor olması bir yana, politikanın zamanında gelecek, pek çok geçmiş’in ve şimdi’nin üstüste yığıldığı bir mekân-zaman. Çemberler üstüste geliyor, kesişiyor, şimdi’yi ve gelecek ufkunu bazen sıkıştırıyor, bazen açıyor. Ne de olsa Marx’ın dediği gibi "İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar. Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker.”[2] Bir kâbus olarak ya da bir kurtuluş ihtimali olarak, yenilgilerden sonra zaferin ışıltısının vaat edildiği bir dönem ya da başımızı önümüze eğdiğimiz bir zaman olarak gelecek. Her durumda, geçmişle düz çizgisel bir ilişkiden çok farklı, karmaşık bağlar kuran bir mekân-zaman olarak gelecek.
Kayıp yakınlarının mücadelesi zamanla, zamanın geçişiyle, şüphesiz geçmişle ve gelecekle, beklemekle ve beklemeyi dönüştürmekle sıkı sıkıya ilişkili.[3] Kayıplar söz konusu olunca beklemek çok temel, çok kurucu bir tecrübe. Ancak bu bekleyiş sabit ve homojen bir süreç değil aksine farklı zamansallıklar ve bu zamansallıklar içinde farklı tecrübeler, talepler ve hareketler içeren karmaşık bir süreç. Bekleyiş, kayıp yakınları açısından aynı zamanda arayış anlamına da geliyor. Kayıp yakınlarının kaybetmeden sonraki bekleyişleri esasen üç farklı zamansallıktan ve bu farklı süreçlerin üst üste yığılmasından oluşuyor. Bu üç farklı zamansallığın ilki kaybetmeden hemen sonra başlayan ve ilk birkaç günden aşağı yukarı birkaç haftanın sonuna kadar geçen ilk dönemdir. Kayıp yakınları açısından ilk zamansallık, yani kayıptan hemen sonraki birkaç haftalık süre devlet tarafından alınanı sağ olarak geri almayı amaçlayan ve güçlü bir aciliyet duygusunun damgasını vurduğu bir süreç. Hem yakın akrabalar hem de geniş ailenin üyeleri gözaltına alınan kişiyi sağ teslim almak için birçok merciye başvuruyorlar. İlk dönemin mobilizasyonu esasen alınan kişiyi sağ olarak geri alabilmek içindir.
Cumartesi Anneleri/İnsanları, bu üç farklı zamansallıkta sürekli değişen hareketlerinin, performanslarının, taleplerinin ve jestlerinin yanı sıra aynı zamanda zamanın akışına kafa tutarlar, Améry’nin söylediği gibi caniyi cürmüne çivilemek için zamanın akışına esastan itiraz ederler.
Kayıp yakınları için ikinci zamansallık kayıptan hemen sonraki ilk haftalar geçtikten sonra başlayan ve birkaç yıl boyunca devam eden süreçtir. Bu süreç, ilk zamansallıktaki aciliyet duygusundan görece uzaktır ve artık kaybedileni sağ olarak geri alma umudu büyük ölçüde zayıflamıştır. İkinci zamansallığın en önemli talepleri kaybedilenin akıbetinin açığa çıkarılması ile faillerin hesap vermesi/yargılanması meseleleri karakterize eder. İnsan Hakları Derneği, Halkın Emek Partisi ve devamcısı siyasi partilerle yerel siyasette etkinliği olan kimi siyasi figürler, Özgür Gündem gazetesi başta olmak üzere çeşitli basın organları gibi farklı kişiler ve kurumlarla ilişki kurmak da çoğunlukla bu dönemde gerçekleşir. Bu dönemde, kayıp yakınları iktidarın farklı birimleri tarafından damgalanarak kriminalize edilir; evleri tekrar basılır, yakınları gözaltına alınarak işkenceden geçirilir. Bu dönemin önemli taleplerinden biri olan faillerin hesap vermesi talebi ile JİTEM ya da Tim ya da Emniyet ve paramiliter yapı mensuplarının kimliklerinin, infazı hangisinin gerçekleştirdiğinin ortaya çıkarılması kastedilir. “Adaletin gerçekleşmesi” denilen kavrama yönelik mesafe ve “imkansız” bir adalet arayışında olunduğu bilgisi esasen bu dönemde oluşur. Kaybedilenle ilgili, ilk döneme nazaran çok daha zayıf da olsa, hala yaşıyor olabileceği ihtimali dikkate alınır.
Üçüncü zamansallık ise kayıptan sonraki ilk yıllar geçtikten sonra başlayan ve çok daha uzun bir çevrimde devam eden bir bekleyiş. Bu zamansallıkta ilk dönemin aciliyet duygusu oldukça ve ikinci dönemin kaybın akıbetini ayrıntılarıyla bilme arzusu kısmen zayıflamış durumdadır. Kayıp yakınları, zorla kaybetme suçuna içkin bilmek ve bilmemek diyalektiğinde ve bunun yarattığı tekinsizlikte, kaybın yaşamını yitirdiğini örtük biçimde kabul etme aşamasına geçmiş gibidir. Üçüncü dönemin bekleyişine damgasını vuran, kaybedilenin bedeninden geriye kalanları yani ‘kemikleri’ teslim alma ve mezar sahibi olma talebidir. Bu süreç zamanın akışının daha önemsiz ilan edildiği, adeta zamanın feshedildiği[4] bir bekleyişe işaret eder, kaybın gerçekleşmesinden sonra çok uzun yıllar geçmiştir ama zamanın geçişi bekleyişe ve arayışa engel değildir. Bu son zamansallıkta fail artık sadece kaybedilen kişiyi gözaltına alan, işkenceden geçiren ve infaz eden değil, devletin bütünü ve sorumluların tamamıdır.
Jean Améry zamanın feshini talep etmenin anlamını “caniyi cürmüne çivilemek istemek” olarak tarif eder. Cumartesi Anneleri/İnsanları, bu üç farklı zamansallıkta sürekli değişen hareketlerinin, performanslarının, taleplerinin ve jestlerinin yanı sıra aynı zamanda zamanın akışına kafa tutarlar, Améry’nin söylediği gibi caniyi cürmüne çivilemek için zamanın akışına esastan itiraz ederler. Onlar sevdiklerinin kaybedildiği o tarihte kalmışlardır, 1987’de, 1991’de, 1994’te, 1995’te, meydandan ama adeta o yıldan, ellerinde sevdiklerinin fotoğraflarını kaldırarak bize bakarlar. Onların bakışında, zaman kesintiye uğrar. Galatasaray Meydanı’nda ve Diyarbakır’da, Cizre’de, Batman’da, İzmir’de, Yüksekova’da, kayıp yakınlarının sevdiklerinin fotoğraflarını kaldırdıkları her yerde, zaman onların direnciyle, dirayetiyle, politik mücadelesiyle, ısrarıyla eğilip bükülür. Çok basit ama çok güçlü bir soruyu sorarak zamanın akışını akamete uğratırlar: Devlet burada, failler burada, bizler ve sizler de burada, peki ama kaybedilen yakınlarımız nerede?
İnanç ve bağlılık
Kayıp yakınlarının muazzam mücadelesi bize aslında zaten öğretti ama yine de hatırlayalım. Bu mücadelenin tarihi uzun; bin hafta demek, uğradıkları bütün gadre, yasaklamalara, baskıya, gözaltına, şiddete rağmen aynı meydana bin hafta gitmek, bir ömrü bu mücadeleye vermek demek. Hem de yeni kuşaklar eklenerek. Ama yine de hatırlayalım:[5] 21 Mart 1995’te gözaltına alınan ve sonrasında kendisinden haber alınamayan Hasan Ocak’ın ailesi Ocak’ı ararken diğer kayıp yakınlarıyla bir araya geldi. Bu sırada İnsan Hakları Derneği’ne başvuran aile, sürdürdükleri ısrarlı mücadele ile Ocak’ın işkence edilmiş bedenini kimsesizler mezarlığında buldu. Yakınları ve ağırlıklı olarak İnsan Hakları Derneği’nden hak savunucuları Hasan Ocak’ı ararken, Adli Tıp Kurumu’nda —tamamen tesadüf eseri—zorla kaybedilen bir başka kişinin, Rıdvan Karakoç’un isminin geçtiği bazı kayıtları buldu. Ayrıca, eczacı ve Sağlık Çalışanları Sendikası Sağlık-Sen’in kurucularından ve polisin gözaltına aldığı Ayşenur Şimşek’in cenazesi de 24 Ocak 1995’te bulunmuştu. Kayıplardan derin biçimde etkilenen ve Arjantin’deki Madres de Plaza de Mayo’dan ilham alan kayıp aileleri ve hak savunucuları, Hasan Ocak’ın ailesinin girişimiyle her cumartesi saat 12.00’de Galatasaray Meydanı’nda sevdiklerinin fotoğraflarını ellerinde tutarak sessizce oturdular ve ilk oturma eylemini 27 Mayıs 1995’te gerçekleştirdiler. Sonrasında, her cumartesi, aynı yerde, aynı saatte, ellerinde kırmızı karanfiller ve kayıpların fotoğraflarıyla sessizce nöbet tuttular. Eylemde kayıp yakınları sırayla kısa konuşmalar yapıyordu. Her oturma eyleminin sonunda, zorla kaybedilen bir ya da birkaç kişinin hayat hikayesi, nasıl kaybedildiği ve faillerin isimleri kamuoyuyla paylaşılıyor ve hakikatin ortaya çıkarılarak adaletin sağlanmasına yönelik talepleri ifade eden basın açıklaması okunuyordu. Katılımcıların pek çok kez gözaltına alındığı, işkence ve şiddete maruz kaldığı eylem, 200 hafta boyunca devam etmeyi başardı. Oturma eylemleri, yarattığı güçlü etkiye rağmen, 13 Mart 1999’da eylemlere katılanların maruz kaldıkları sürekli devlet şiddetinden dolayı, kayıp aileleri tarafından durduruldu. Hasan Ocak’ın kız kardeşi Maşide Ocak, ailelerin oturma eylemlerini sonlandırmadığını, yalnızca ara verdiğini söyleyerek, “bizim için her yer Galatasaray, kayıplarımızı aramaya devam edeceğiz” dedi.”[6]
Kayıp yakınları hakikat ve adalet talepleriyle, aynı zamanda tıpkı devletin zorla kaybettikleri gibi, başka bir dünyanın hayalini var ederler. O meydanda sözlerini söyleme ısrarı, onların savunduklarını, kaybettiklerinin savunduklarına yaklaştırır. Kayıp yakınlarıyla kaybedilenleri birbirine bağlar.
Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın oturma eylemleri, Ergenekon davasının iddianamesi hazırlandıktan sonra, 31 Ocak 2009’da tekrar başladı. Bu kez, oturma eylemlerinin ana talebi, Ergenekon davasının kapsamının genişletilip, zorla kaybetme suçunu içermesiydi. Çünkü zorla kaybetmelerden sorumlu olan kişiler, o dönemde Ergenekon davasında yargılanıyordu. Oturma eylemlerinin yeniden başlaması, faillerin hesap vermesi için adalete yönelik somut bir talepten kaynaklanıyordu. Dahası bu oturma eylemleri artık Diyarbakır, Batman, Yüksekova ve Cizre’de de gerçekleşiyordu. Kürt savaşının yeniden şiddetlendiği 2015 yılından sonra durum değişti, eylemlerin Kürdistan’da yapılması oldukça zorlaştı. Sonrasında, pandemi ortamında eylemler online olarak yapıldı, ardından Galatasaray Meydanı’nın keyfi olarak yasaklanmasına karşı mücadele eden Cumartesi Anneleri/İnsanları haftalarca gözaltına alınmalarına rağmen meydanı, kimi kısıtlamalarla da olsa, direnerek yeniden kazandılar. Eylem bugün İstanbul, Diyarbakır, Batman, Cizre, Yüksekova, Dersim, Hakkari ve İzmir’de farklı biçimlerde devam ediyor.
1995 yılında başlayan Cumartesi Anneleri İnsanları eylemi kayıplar gündemini, başta Türkiye sol ve radikal hareketleri açısından, sonra da daha geniş kamuoyu açısından, görünmezleştirilemeyecek bir hale getirdi. İnisiyatif kayıplar mücadelesinin temel taleplerini her hafta tekrar etti, basın açıklamaları temel haklar boyutuna vurgu yaparken Kürt savaşının özgüllüğü de belirtildi. Cumartesi Anneleri/İnsanları basın açıklamalarında vurgu daha çok kayıplara dair hakikatlerin bilinmesi, cenazelerin teslimi ve faillerin hesap vermesi oldu. Eylemin temsilinde ise ellerinde karanfillerle sevdiklerinin fotoğrafını kaldıran, ön kısımlarda oturan kadınların, kayıpların anneleriyle eşlerinin oluşturdukları güçlü ikonografi öne çıktı. Her hafta kayıpların kişisel hikayesinin anlatılması yoluyla kaybedilenlerin maruz kaldığı insanlıktan çıkarmayı (dehumanization) aşacak bir strateji izlendi. Özellikle kayıp yakını kadınların kurdukları dil, bir yandan annelik ve eşlik gibi aile içi konumun kullanılması bir yandan ise kişisel olanla politik olanı birleştirerek anlattıkları hikâye, çok güçlü bir şiddete tanıklık etkisi yarattı. Bu dilin ve yaklaşımın son derece çağırıcı olduğu ve önemli bir alan açtığı tartışma götürmez.[7]
Nasıl bir inanç, insanı bin hafta boyunca aynı meydana, hem de defalarca o meydana polis şiddetiyle müdahale edilmesine rağmen, gitmeye ikna eder? Birincisi, ancak örgütlü bir inanç bunu başarabilir. Kayıp yakınları, kaybedilenlerin eşleri, anneleri, kardeşleri, çocukları başta olmak üzere, öncelikle İnsan Hakları Derneği’ndeki hak savunucuları, sonrasında çok farklı kuşaktan, örgütten gelen hak savunucularının da eklenmesiyle, her hafta son derece dikkatli bir iş bölümüyle bu eylemi yoktan var ettiler. Hiçbir şey kendiliğinden olmadı. Alana çıkmaktaki, her hafta ne olursa olsun Galatasaray Meydanı’na gelmek yönündeki ısrar, tüm ekibin birbiriyle haberleşerek, dayanışarak basın açıklamalarını yazması, o hafta kimlerin hikayelerinin dile getirileceğinin belirlenmesi, bunların hepsi üzerine çok düşünülmüş örgütlü bir çaba anlamına geliyor. Aslında, politik ve toplumsal hareketler literatüründe, “örgütlü” tecrübelerle “kendiliğinden” eylemler arasına geniş bir duvar ören yaklaşımlar bir süredir aşınmış durumda. En kendiliğinden görülen politik mobilizasyon süreçlerinin bile arkasında farklı tarihsel örgütlü mücadelelerinin birikiminin, izlerinin, taktik ve stratejilerinin farklı düzeylerdeki etkisi olduğunu biliyoruz.[8]
Bazı mücadeleleri ne Türkiye’deki puslu faşizm ne de herhangi bir siyasi iktidar yenebilir. Reel politik’in kısa ve çalkantılı zamanında devletler, kimi kısmi zaferler kazandıklarına inanabilirler. Ama insanlık ırmağı, reel politik’in hızlı zamanından daha ağır ve çok farklı şekillerde akar. Bazı mücadeleler, yenilgi ve zafer karşıtlığının ötesindedir.
Bu inancın ikinci boyutu, kayıp yakınlarının çok sevdikleri ve kaybettiklerinin sadece anısına değil aynı zamanda politik mücadelelerine duydukları bağlılıktır. Kayıp yakınları hakikat ve adalet talepleriyle, aynı zamanda tıpkı devletin zorla kaybettikleri gibi, başka bir dünyanın hayalini var ederler. O meydanda sözlerini söyleme ısrarı, onların savunduklarını, kaybettiklerinin savunduklarına yaklaştırır. Kayıp yakınlarıyla kaybedilenleri birbirine bağlar. Onların kuşaktan kuşağa devrettikleri mücadele, kaldırdıkları fotoğraflar, bambaşka bir düzlemde, sadece kendilerini değil aynı zamanda zorla kaybetme suçuyla devletin ve JİTEM güçlerinin, kontrgerillanın bu dünyadan koparıp aldıklarını bu dünyaya tekrar çağırır. Nazım Hikmet, Şeyh Bedreddin Destanı’na yazdığı son kısım olan “Ahmet’in hikayesi” bölümünde, dedesiyle birlikte bir yerde Bedreddin yiğitlerinin devamcılarıyla karşılaştığı bir sahne kurar. Bu sahnede, bu devamcılardan biri, Şeyh Bedreddin’in bu dünyaya geri dönme söylentisiyle ilgili şunu söyler: “İsa peygamberin ölüsü etiyle, kemiğiyle, sakalıyla dirilecekmiş. Bu yalandır. Bedreddin’in ölüsü, kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı, dilin sözü, göğsün soluğu gibi dirilecek. Bunu bilirim işte. Biz Bedreddin’in kuluyuz, ahrete, kıyamete inanmayız ki, dağılan, fena bulan bedenin yine bir araya toplanıp dirileceğine inanalım. Bedreddin yine gelecek diyorsak, sözü, bakışı, soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecektir, diyoruz.”[9] Cumartesi Anneleri eylemlerinde sadece kayıp yakınları değil, zorla kaybedilenler de gözün bakışı, dilin sözü, göğsün soluğu gibi dirilirler. Sözleriyle, bakışlarıyla, soluklarıyla oturanların arasında dolaşırlar. Kaldırılan fotoğraflar ve onların anısına ve politik mücadelesine duyulan bağlılık, onları bu dünyaya geri çağırır.
Bazı mücadeleleri ne Türkiye’deki puslu faşizm ne de herhangi bir siyasi iktidar yenebilir. Reel politik’in kısa ve çalkantılı zamanında devletler, kimi kısmi zaferler kazandıklarına inanabilirler. Ama insanlık ırmağı, reel politik’in hızlı zamanından daha ağır ve çok farklı şekillerde akar. Bazı mücadeleler, yenilgi ve zafer karşıtlığının ötesindedir. Çünkü o mücadeleleri yürütenler, mücadeleye tüm güçlerini, inandıklarını ve hayatlarını koyarlar. Cumartesi Anneleri/İnsanları ya da Dayikên Şemiyê işte böyle bir mücadeleyi temsil ediyor bana göre. Onlar bu devlete defalarca geri adım attırdı, zorla kaybetme suçunun faillerini yargılattı. Kimse bugünün politik iklimine aldanmasın. Cumartesi Anneleri, daha önce pek çok kez yaptıkları gibi, devleti, kontrgerilla aygıtını, özel harp yapılarını, devlet içinde terfi ettirilen faillerini, işkence edip cana kıyanları, zorla kaybetme suçuna göz yumanları, bunu onaylayan ve destekleyenleri, buna ses çıkarmayanları, hepsini, Türkiye’nin tüm faşizmlerini yine yenecektir. 2008 sonrası açılan ve dosyaları kapatan mahkeme heyetinin hakimleriyle savcılarının bile inanmadığı gerekçelerle, delil yetersizliğinden failleri aklayarak kapanan tüm JİTEM dosyalarını, kayıp yakınları tek tek, yeniden açacak. Failleri önce hukuken sonra da siyaseten, geniş toplumsal kesimler nezdinde mahkûm edecek. Çünkü Cumartesi Anneleri haklılar ve mücadelelerine bir ömür verdiler. Böyle bir mücadele yenilmez, er ya da geç, eninde sonunda, yine kazanacaklar. Cumartesi Anneleri mutlaka kazanacak. Bundan kimsenin, asla ve zerre kadar kuşkusu olmasın.
Dipnot ve Kaynakça
[1] María Inés Mudrovcic, Conceptualizing the History of the Present Time, Cambridge: Cambridge University Press, 2024, s. 4.
[2] Karl Marx, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i, İstanbul: İletişim, 2016, s. 30.
[3] Kayıp yakınlarının üç farklı zamansallıkla şekillenen bekleyişlerini şu yazımdan özetleyerek kullandım: Özgür Sevgi Göral, “İmkansız bir talep” olarak adaleti beklemek: Kaybedilenler ve yakınları, Beklerken. Zamanın Bilgisi ve Öznenin Dönüşümü içinde, der. Zerrin Özlem Biner ve Özge Biner, İstanbul: İletişim, 2019, 45-87.
[4] Jean Améry (2015), Suç ve Kefaretin Ötesinde, İstanbul: Metis, s. 99.
[5] Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın tarihçesine dair kısmı şu yazımdan kısaltarak kullandım: Özgür Sevgi Göral, “Fransa ve Türkiye Hafıza Sahasında Sömürgeci İnkârı Aşındırmak: Tüm Düşenler”, Birikim, no. 392, Aralık 2021, 24-33.
[6] Maside Ocak, Her kayıp yakını sevdiğinin son sözünü bilmek ister, Türkiye’den Şiddet Hikayeleri, Pelin Tan röportajı, 2013.
[7] Meltem Ahıska, “Kayıp Annelerinin Şiddete Tanıklığı”, Amargi, 2, 2006, s. 22-24.
[8] Erin R. Pineda, Seeing Like an Activist: Civil Disobedience and the Civil Rights Movement, Oxford: Oxford University Press, 2021.
[9] Nazım Hikmet, Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı, İstanbul: Dost, 1968, s. 56.
Yayın Tarihi: 24/05/2024