Zeynep Hoca Almanya’ya gittiği süreçte Yeni Özgür Politika için kendisiyle göç mefhumu ve Türkiye’de akademinin durumuna dair bir söyleşi yapmıştık. İzninizle onu yeniden paylaşmak ve bu mücadele dolu yaşantıyı, bir kere daha saygıyla yad etmek isterim. Umarım yattığı yer onu hiç ama hiç incitmez…
Eskişehir tuhaf bir ülkedir. Haritadaki yeri fena değil ama neticede İç Anadolu gibi görünür. Yanına yöresine bir başkent, bir muhafazakar milliyetçi kuruluş şehri, bir ulusal mola yeri kondurmuşlardır ve ilk bakışta burayı da onlardan arta kalmış, öylesine bir yer sanırsın.
İşin esası, bu tuhaf memlekete dünya gözüyle baktığında da benzer şeyleri hissedersin. Ortasından uzak ülkelerin göz alıcı bir kentine benzetilmeye çalışılmış Porsuk geçer, üstündeki köprülere baktığında her an bir iki mantar tüketip sağda solda yalpalayacak bir delikanlı güruhu göresin gelir ama suyun rengi, o masal şehri Amsterdam’da dolaşmadığını hatırlatır insana. Etrafında gezmeye çıkayım desen, kimi köylerinde insanların cami çeşmesinden su doldurmaya çabaladığına şahit olursun. Yüz yıl evvel bir cumhuriyet münevverinin anlattığı, koca koca adamların büyükbaş hayvanları kovalayıp düşen tezekleri ceplerine doldurmaya çalıştığı o kadim İç Anadolu gibi görünür. Şehrin merkezindeki ışık huzmeleri ve şatafat, çevreden soyutlanmış bir fanus hissi yaratır.
Kültürel dünyası da bir tuhaftır. Yıllar yılı çıkmadığın köyünden kalkıp gittiysen de, dünyanın merkezi İstanbul’dan geldiysen de aynı fanusa yazılmıştır nöbetin. Gündüzleri eh işte seviyesi bir üniversite eğitimi, akşamları sanki orta doğuyu hiç tanımamışçasına bir gece hayatı. Akademik kaygı düşük, ekonomik kaygı orta düzey, sosyal beceri meşrebine göre. Herkese biraz ekmek düşer.
Tabii mesele ciddi bir eğitim merakıysa orada işler biraz çirkinleşir. En iyi fakültesinde bile nispi bir gayrı ciddiyet ve belirgin bir boşvermişlik sezilir. Hocalar bezgin, dekanlar kibirli, öğrenciler havaidir. Böyle bir ortamda idealistler kaybeder haliyle.
Ama hakkını yemeyelim, bu şehre verilmiş ünvanın ta kendisi gibi, o çorak İç Anadolu kırsallarında yeşermiş vahalar da bulunmaz değildir. Her fakülteye serpiştirilmiş bir iki becerikli hoca, etraflarında kendiliğinden ve zorunlulukla oluşmuş bir haleyle parıldar bu şehirde. Hepsi de birbirini bilir, tanır zaten; hiçliğin ortasında vahalar bile, başka vahalara ihtiyaç duyar.
Benim çocukluktan gelen edebiyat merakım günün birinde bu çorak medeniyete düştüğünde, birçokları gibi hayalkırıklığıyla dolup taşmış haldeydim. Kafka’yı, Oğuz Atay’ı, Orhan Pamuk’u, Sevgi Soysal’ı, Suad Derviş’i daha yakından tanır ve ne yaptığımı bilerek okumaya devam ederim diye geldiğim fakültede bütün meselenin 800 yıl evvel yaşanıp bitmiş mevzulara dair olduğunu fark ettiğimde ilk işim okul psikologlarıyla görüşmek olmuştu. Üçüncü görüşmede anamın babamın beni okuyayım diye gönderdiğini tarafıma açıklayan terapist sağolsun, dördüncü bir görüşme hiç gerçekleşmedi. O yılın ortalarında her şeyi bırakıp köyüme dönmeyi tasarladığımı fakat bunu yaparsam peder beyin kamyonunda muavin pozisyonunun üstüne asla çıkamayacağımı değerlendirdiğimi hatırlıyorum. Sonraları konuşup anlaştık; meğer böyle hisseden otuz kırk kişi varmışız o sıralar.
Abartısız aktardığım bu anekdotların, ucunda “Acaba mı?” dedirten bir ışığa doğru meyledişi ikinci senenin ortalarında geldi. Adını sanını bile duymadığımız ve bu da nereden çıktı sızlanmalarıyla girip oturduğumuz Dilbilim dersleri, istekten çok ihtiyaca dönüşmüş tatmin olma hissiyatımızda çok derin bir yerlere dokundu. Hani kendileriyle bir derdim yoktur ama Yunus Emre’nin hoşgörüsünden ve Fuzuli’nin melankolisinden yaka silkmeye çok az kalmışken karşımıza çıkan Saussure’ü hiç kimse bizim kadar sevmemiş, bizim kadar arzulamamıştır. Yeni bile sayılmaz, hiç olmamış bir dünyanın kapılarını tıklattığımızı hissediyorduk onu her duyduğumuzda.
Fakültenin geri kalanının Osmanlıcı zihniyeti ve gereksiz sulu şakaları birden daha çekilir oldu o dönemler. Bunu beklemiyorduk mesela. İsmini vermeyelim hadi ama orada bulunmuş herkes anlar, bir iki öğrenciyi ciddi manada intihara sürüklemiş sözüm ona akademisyenlerin arasında yepyeni bir güneşimiz doğuyordu çünkü. Adı Zeynep’ti. Gözleri renkli ve saçları açık sarı, inceydi. Kendi renklerinde bir iki de kedisi vardı. Nereden bildiğimi sormazsınız ama ben söyleyeyim. Sınav kağıtlarının en altına, kendi eliyle onların resmini çizerdi. Birbirine ya da bize bakan kediler, sınav gerginliğinin ortasında huzur dolu bir fısıltıyla, hepimize başarılar dilerdi. Sonraları biraz samimi olunca sormaya çekinmedik, nedir bu işin aslı dedik. Zaten zorlanıyormuşuz onun derslerinde, hani belki tedirginliğimiz azalır, kendimizi biraz daha verebilirmişiz o kağıtlara. Nerden baksan incecik bir düşünce.
Zeynep Erk Emeksiz, Eskişehir Anadolu Üniversitesinde çağın gereklerine ve bireylerin ihtiyacına yönelik nitelikli eğitim vermeyi şiar edinmiş, harika bir akademisyendi. Hakkında çıkarılan dedikodulara, fırsatı kollanan mobbinglere aldırmadan, onunla çalışmayı seçmiş bir avuç öğrenciyi dünyayla, evrensellikle ve kelimenin tam manasıyla, kaliteli bir içerikle tanıştırdı. Biz onun yanındayken karar verdik, o güne değin okuduğumuz her şeyi yeniden okumaya. Onun bize öğrettiği yöntemle okumadığımız her şeyi eksik anladığımızı fark ettik. Arada bir yüksek tahsil ediniyoruz havalarına girdiğimizi görür, çok yakın arkadaşı olduğu bölüm çaycısı ablayı derslere çağırıp hepimizden kat be kat iyi yorumladığı konuşmalar yaptırırdı. Sonra lafı yapıştırırdı, sıradan bir okuyucu olamazsanız, iyi bir okuyucu hiç olamazsınız diye. Eleştirmen, analist, akademisyen tayfanın, hiç kimsenin görmediği şeyleri göreceğim havalarıyla, en basit şeyleri gözden kaçırdığını öğretirdi bize. Katmanlardan, üst kurmacalardan, metinlerin arasından arada bir kafamızı kaldırıp Yaşar Kemal’i tanımamızı isterdi.
Sonra tabii, her şey Türkiye gibi oldu. En iyi çalışmaları sürüp giderken, en iyi projeleri her yerde kabul görmüşken, Kurdistan’da girişilen yıkıcı savaş politikalarına da bir sözünün olduğunu belirttiği için, o bildirinin altında imzası bulunduğu için, günün birinde fakülteye artık giremeyeceğini söyledi bazı üniformalılar. Sonrası çöl, sonrası kuraklık. Senelerce pasaportuna el konmuş ama Avrupa’nın en iyi okullarında açık biletli davetler almış olarak mücadele verdi. 2016’dan 2019’a kadar devam etti bu süreç. Anayasa Mahkemesi, bu insanlık dışı kararı iptal ettiğinde, yine bir akademisyen olan eşi Murat Emeksiz’le Almanya’ya göç etti. Kendi ifadesiyle bu elbette bir sürgündü. Düzelmesi için çabaladığı akademinin gri duvarları tarafından yollanmıştı bu sürgüne. Oralarda da boş durmadı tabii, üç bin kilometre uzaktan, Frankfurt Okulu’nun mirası diye adlandırdığı Eskişehir Okulu’nda dersler verdi. Dilbilim hususunda öğrenilmesi ve öğretilmesi gereken çok şey vardı ona göre. Tam da bu doğrultuda sürdürdü yaşamını.
Zeynep Hoca, belki hayatın doğal bir gerçeği olarak, belki de tüm bu çileli sürecin bir sonucu olarak kansere yakalandı bir süre önce. Mücadelesine bu da dahil olduğundan, kanser bir süre rahat bıraktı onu, geriledi, yok olmaya yüz tuttu. Ama işte hastalığın sinsi olanında söz hakkınız bazen hiç yoktur. Birkaç gün önce girdiği ameliyattan her şey olumluyken çıktı. Atlattı sanılırken, ani bir kalp kriziyle aramızdan ayrıldı. Her ölüm için bu söylenir ama onunki, yüzlerce ve binlerce kişi için, onunla mesafeli duran öğrencileri için bile çok aniydi. Eskişehir’den, çorak bir çölün içinden bir Zeynep Hoca geçti.
“Benim için dönülecek bir akademi kalmadı…”
Almanya’ya gittiği süreçte Yeni Özgür Politika olarak kendisiyle göç mefhumu ve Türkiye’de akademinin durumuna dair bir söyleşi yapmıştık. İzninizle onu yeniden paylaşmak ve bu mücadele dolu yaşantıyı, bir kere daha saygıyla yad etmek isterim. Umarım yattığı yer onu hiç ama hiç incitmez…
Buraya geliş hikayeniz epey sancılı oldu sizin, barış akademisyenlerinden biri olarak uzun süre Türkiye’de alıkonuldunuz bir bakıma. Sizin pencerenizden nasıl cereyan etti bu olaylar?
Darbe sonrası Güneydoğu’da yıllardır süren olağan üstü hal tüm Türkiye’ye yayıldı biliyorsunuz. Biz barış akademisyenleri de Türkiye’deki gerilimi sürdürmenin başlıca aracı haline getirilen Kürt sorunu gibi ötekileştirildik. Terörist ilan edildik. Darbenin hemen ardından khk listeleri, dolup taşan cezaevleri, şehir giriş çıkışlarında kontrol noktaları ve sürüp giden bir cemaat avı ve hainler mezarlığı girdi yaşamımıza. Tüm bu karanlık önce beni yabancılaştırdı yaşadığımız sürece. İnanamadım ve bir kabustan uyanmayı bekler gibi bekledim. Bekledik. Ama bu arada boş durmadık. Tüm barış akademisyenleri örgütlendi. Zaten çoğumuz örgütlü olmanın önemini bilen ve öyle davranan akademisyenlerdik ve bu hiç de zor olmadı bizler için. Barış akademilerini kurduk. Başlangıçta ‘Biz kamudan atılmadık, kamuya atıldık’ diyerek halka açık dersler verdik. Eskişehir’de Frankfurt Okulu’nun izinden giderek eleştirel ve cesur bilimsel söylemi geliştirmek için Eskişehir Okulu adıyla dayanışma dersleri, farklı dallarda atölye çalışmaları ve seminerler vermeye başladık. Bu dersler açıkça benim yaşama tutunmamı sağladı. Yeni bir akademik yaşam kurmak kolay değildi ama bu uğraş beni heyecanlandırdı ve yeni bir eve taşınmış gibi oldum. Cassin Nostalji kitabında ‘İnsan ne zaman evindedir?’ diye soruyor ya, ben de bir akademisyen ne zaman akademidedir gerçekten’ diye soruyorum. Özgürce ve kendi bakış açısıyla üretebildiği; sevildiğini ve hoş görüyle karşılandığını bildiği yer evidir insanın bence. Bu nedenle Eskişehir Okulu gerçek bir ev/akademi oldu bize. Tanıl Bora Eskişehir Okulu’nda verdiği derste ‘soylu bir inat’ demişti barış akademileri için. Evet, bu soylu inadın da evidir Eskişehir Okulu.
Bu süreçte ayrıca davaları takip eden ve sesimizi duyuran sıkı bir ekibimiz vardı. Onlara buradan yürek dolusu teşekkür etmek isterim. Ancak şunu da belirtmeliyim ki Eskişehir’de bizleri destekleyen ve yanımızda olan pek çok insan ve örgüt vardı. Yalnız bırakılmadık. Öte yandan taşradaki akademilerden atılan meslektaşlarımız çok zor günler yaşadılar. Taşınmak zorunda kaldılar. Büyük bir coşkuyla doktora cübbesini giyen Mehmet Fatih Traş bu değersizleştirmeye ve yüzüne bir bir kapanan kapılara dayanamadı. Yaşamına son verdi. Bu süreçte kanser olan ve aramızdan ayrılanlar oldu. Yaralarımızı sarmaya çalışsak da bazen yetişemedik birbirimize. Eskişehir’de başlangıçta yaklaşık 30 kişiydik ama zaman içinde çoğumuz yeni bir yaşam kurmak için taşınmak zorunda kaldı.
Tamamen zorunluluktan mı buradasınız peki? Toplumsal bir meseleye duyarsız kalmadığınız için cezalandırıldığınız bir ülkede kalmayı her şeye rağmen ister miydiniz?
Gitmemin temelde iki nedeni vardı: 686 nolu KHK ile atılmamızla birlikte İçisleri Bakanlığı’nın tahdit kararıyla pasaportlarımıza el konuldu. Atılanlar için ağaç kökü yesinler dendi ve bildiğim kadarıyla doktorlar hariç hala KHK’lıların bir iş yerinde çalışmaları yasak. Atılır atılmaz Rosa Lüxemburg Vakfının bursuna başvurdum ve kazandım. Pasaport davası açtım. Kaybettim. Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yaptık. Bu arada Rosa Lüxemburg Vakfı uzunca bir süre hakkımı saklı tuttu ama süreç uzayıp çıkamayacağım anlaşılınca bu hakkımı kaybettim. Yaklaşık bir ay önce AYM bir barış akademisyenin pasaport iptaliyle ilgili başvurusunda hak ihlali kararı verdi. 2018’de yine AYM barış bildirisi için düşünce özgürlüğü kapsamında herhangi bir suç unsuru içermemektedir diye karar verdi ama OHAL komisyonu bu karara rağmen keyfi bir biçimde başvurularımızı bekletiyor. Geçen yıllar içinde Türkiye akademisi tüm bu sessizliğinin karşılığını aldı. Keyfi işten çıkarmalar, gece kararnameleriyle yapılan rektör atamaları ve içeriğin gittikçe çoraklaşması bu bedelin sadece bir kısmı. Artık benim için dönülecek bir akademi kalmadı. Öncesinde bir gülistandı demiyorum ama mücadele edebiliyorduk ve umudumuz vardı. Dediğim gibi, artık üniversite benim için bir ev değil. 2019’da pasaportumu alır almaz yurt dışı burslarına başvurmamın başlıca nedeni buydu sanırım. Humboldt Vakfı’nın Philip Schwartz bursuna Mainz Üniversitesi Türkoloji bölümü benim adıma başvurdu ve kabul edildi. Bu süreci yürüten ve uğraşan meslektaşım Julian Rentzch’e minettarım.
Yurt dışına çıkmamın bir nedeni de ‘gidebileceğimi, gidip dönebileceğimi’ görmek istememdi. Uzunca bir süre Platonov’un Can romanındaki duşalar (canlar) gibi hissettim. Nazar Çagatayev bir sabah uyandığında komündeki canların gittiğini görür. Ve bir gün canlar geri dönerler. Onlara neden gittiklerini sorduğunda canların ozanı ‘gidip dönebileceğimizi görmemiz gerekiyordu’ der. Yurt dışına çıkasıya kadar bu gerilimi yaşadım ve hala her giriş çıkışımda aklımın bir köşesinde gidip dönebilecek miyim sorusu var.
Elbette kendimi bu mücadelenin ve direnişin bir parçası olarak görüyorum ve direnişin sınırla kuşatılamayacağını da biliyorum. Eskişehir Okulu’na Mainz’dan katılıyorum. Ülkeme bir gönül kırgınlığım yok ama artık evim gibi de hissetmiyorum. Döner miyim? Henüz bu sorunun yanıtını ben de bilmiyorum.
‘Batı’ ve ‘doğu’ arasındaki farklar Türkiye’nin iki asırlık tartışması… Sizin de özellikle edebi eserlerde bu izleği görmeyi sevdiğiniz söyleniyor. Bu konularda neler gözlemlediniz ‘batıda’ yaşarken? Özellikle gündelik yaşam pratikleri düşünsel süreçlere nasıl yansıyor sizce?
Kimler söylüyor acaba (Gülüyor.) Türkiye edebiyatında tanzimattan bu yana batı aklı ve batı romanı üzerine karşıtlık üzerinden yürüyen bir tartışma var. Akademide de öyle. Sanki romans ve roman Avrupa icadı gibi ele alınır. Oysa doğunun binlerce yıllık anlatı geleneği var. Destanlar ve mesneviler de doğu coğrafyasındaki romanın mayasıdır. Ben de edebiyatta bu mayayla yoğrulmuş romanları seviyorum. Hem doğuya hem batıya eleştirel bir gözle bakabilen bir anlayışı destekliyorum. Olgulara yalnızca karşıtlıklar üzerinden baktığında bazen olgulara özgü bir takım güzelliklere körleşiyor insan. Bu yüzden doğuya da batıya da hem kendi bağlamlarında hem de karşıtları üzerinden bakabilmek gerek. Bunun için de mesafe gerek. Burada oluşum da biraz böyle. Henüz bir yıldır bu eyaletteyim ve genellemeler yapabilmek için yeterince deneyimim yok ama gene de bir kaç gözlemimi aktarabilirim. Buraya geldiğimde yaşamın durağanlığı ve huzur ortamı çok etkiledi beni. Burada devlet eliyle üretilen bir gerilim yok. Tam tersi, gerilime neden olabilecek konularda devlet refleksi çok güçlü. İlkeler ve kuralların işlediği bir ortamda olmak gerçekten çok iyi geldi. Örneğin, eyaletle olan bürokratik bir işlemde ‘acaba devlet beni kandırır mı? Haksızlığa uğrar mıyım’ diye bir endişem yok. Biliyorum ki herkes kurallar çerçevesinde işini yapıyor. Sınırlar belli. Türkiye’de yaşadığımız belirsizlik gerçekten çok yıpratıcıydı. Güne ‘bugün acaba ne olacak’ demeden başlıyorum. Akademide de oldukça özgür bir ortam var. Ders içeriğime kendim karar veriyorum. Şimdi buradan bakınca Türkiye akademisinde çalışmanın da ne kadar kaotik olduğunu görebiliyorum. Sürekli dekanlıktan ve rektörlükten gelen bildirimler, son tarihler, not işleri, v.b. şeyler yok. Bütün enerjimi akademik çalışmaya verebiliyorum.
Ailenin kutsanmadığı ve hatta sıradanlaştığı bir yer burası. Balkonda otururken uzun uzun küçük çocukları izliyorum. Ebeveynleriyle geldikleri parkta tek başına oyun kuruyor ve saatlerce sessizce oynuyorlar. Ebeveynleri uzaktan izliyor. Çocukların kendi kendine oyun kurması özgürlüğün ilk adımı gibi. Türkiyede ise çocuk ‘oynatılır’. Ebeveynler oyun kurar ve çocuklar katılır. Bu da bağımlı birey yetiştirmenin ilk adımı herhalde.
Son olarak Eskişehir’de bir sohbetimizde psikolog bir dostumuz ‘Türkiye’de yaşamanın duygusal yükü çok ağır’ demişti. Benim için bu duygusal yük de biraz hafifledi. Evet, her gün Türkiye haberlerini okuyorum ve hüzünleniyorum ama mesafe ve buradaki dinginlik bu hüzünle baş edebilmemi kolaylaştırıyor. En azından burada sokakta yaralı korumaya muhtaç canlı görmüyorum. Elimde mama kabıyla dolaşıp kedi köpek doyurmaya çalışmıyorum. Ama Eskişehir’deki canlarımızı beslemeye devam ediyoruz komşularımızın da yardımıyla.
Tanpınar Türkiye’nin, evlatlarına kendinden başka bir şeyle ilgilenmesine müsaade etmediğini söyler, biliyorsunuz. Almanya izin veriyor mu buna?
Burada politik olarak örgütlenmek, bir mücadele içinde olmak, devleti eleştirmek suç değil. Hatta bazen şakayla karışık eşimle birbirimize ‘devlet iyi bi şeymiş yahu!’ diyoruz. (Gülüyor) Şaka yahu! Türkiye’de yılın her gününe bir acı düşüyor neredeyse. 10 Ekimden bu yana yaşadığımıza bile utanır olduk. Oysa burada yaşamın diğer yanlarını birey olarak kendi ihtiyaçlarını, var oluşunu düşünebiliyor insan. Ne istediğini çekinmeden sorabiliyor ve utanç hissetmiyor bunun için.
Akademide bir kadın olarak sürdürdüğünüz bir kimlik mücadelesi var mıydı Türkiye’de? Almanya’da nasıl bu durum?
Türkiye’de kadın hareketini hep yakından izledim ve kimi zaman içinde oldum. Ancak Almanya’daki feminist hareketin durumunu bilmiyorum.
Son yıllarda Avrupa ve Türkiye arasında bir göçmen pazarlığı var. Yükselen sağ hareketlerin tepkileri, Avrupa ülkelerinin para ödeyerek göçmenleri geri göndermeleri, yaklaşan iklim krizinin doğuracağı yeni göç dalgaları derken… Gidişatı nasıl yorumluyorsunuz? Yeni bir milliyetçi dalganın varlığını orada yaşarken hissediyor musunuz hiç?
Dediğim gibi Almanya’nın görece liberal ve sosyal demokratların güçlü olduğu bir eyaletindeyim. Ancak sağ muhafazakar seçmenlerin neredeyse sol ve liberaller kadar olması kaygı verici. Şimdilik devletin faşist yükselişlere karşı geliştirdiği bir politika var. Ayrımcılık bir suç olarak tanımlanıyor. Ancak buradaki seçim sonucu da umut verici bir yandan. SDP ve yeşiller koalisyonundan bahsediliyor. Umarım yeni hükümet daha adil bir göçmen politikası üretir. Kişisel düşüncemi bilirsin, sınırsız herkesin her istediği yere gidebileceği bir dünya vatandaşlığı olmasını isterim.
Türkiye’de yıllar süren baskı politikaları genç kuşağı da ülkeyi terk etmeye itti. Almanya’ya eğitim için gelip yerleşen çok sayıda öğrenci var. Bu gençlerin kayda değer bir kısmı politik bilince sahip olsa da, aralarında batılı bir ülkeye yerleşince birçok problemin ortadan kalkacağına inanan büyük bir kitle de söz konusu. Sizce böyle bir ‘dreamland’ gerçekten var mı? İşçiler, yoksullar, göçmenler, kadınlar, translar için Almanya nasıl bir yer?
Dünya üzerinde insan eliyle kurulmuş hangi uygarlık ‘dreamland’ oldu ki burası olsun! Elbette savaştan, yangından kaçıp gelen göçmenler için sakin ve huzurlu bir sabaha uyanmak paha biçilmez bir olanaktır.Göçmen olarak kabul edilenler için hemen bir entegrasyon süreci başlıyor ve insanca şartlarda yaşayabilmeniz için gerekli koşullar sunuluyor. Ne yazık ki kabul edilen göçmen sayısı Türkiye ile karşılaştırılamayacak kadar az. Ötekileştirme ve linç söylemi suç olarak kabul edildiği için sokakta ve günlük yaşamda bunu hissetmiyorsunuz. İş ve çalışma olanakları açısından kendi alanımla ilgili gözlemimi aktarayım: Akademik kadro çok sınırlı ve tanıdığım pek çok akademisyen geçici kadrolarda devlet projeleriyle çalışıyor. Dolayısıyla bir akademisyen için çalışma koşulları açısından pek de dreamland değil.
Özgürlüğün azaldığı yerlerde sanatın bir direnişe dönüştüğü söylenir hep. İran için yıllar boyu bunu duyduk, sonra Türkiye için de dile getirilir oldu. Almanya’da nasıl bu durum? Görece özgür bir ülkede sanat direniş olmaktan çıkıyor mu?
Zor bir soru. Özgür ülkelerde daha evrensel bir boyut kazandığını düşünüyorum. Burası özgür bir ülke olsa bile kapitalizm her yerde. Mücadele alanı yalnızca özgürlükler değil ki…Ancak özellikle Avrupa’da kavramsal sanatın bu kadar popüler olması düşündürücü. Kare filmini izlediğimde sanatın bir tükenmişlik içinde olduğunu, doğayla bağının koptuğunu ve ciddi bir burjuva koleksiyonu malzemesine dönüştüğünü düşünmüştüm. Tıpkı Berger’in ifade ettiği gibi. Belki sorunu da bu biçimde yanıtlayabilirim. Güzel sanatlarda klasik sanatın ölçütlerini reddeden ve kendi varoluşunu sorgulayan bir sürecin sonucu . Sanatsal üretimi bir burjuva sergi malzemesi olmaktan kurtaran bir anlayış. Bir direniş biçimi olarak da okunabilir böyle bakınca. Ama bir salona toprak yığmak ve buna felsefi bir ad koymak sergilemek için yeterli görülebiliyor. Tüketilebilen ve bir süre sonra ortadan kaybolan bir eser. Bunu hiç anlayamadım. Hem kalıcı estetik formlar üretilebilen hem de burjuva sanat anlayışını eleştiren bir anlayış en ideali olsa gerek. Almanya özelinde bakınca, Alman sanatında iki savaş dönemi arasında üretilmiş Bauhaus gibi etkileyici ve eleştirel bir sanat anlayışı var. Örneğin Paul Klee hem içinde bulunduğu dönemi eleştiren hem de kendine özgü formlar yaratan bir ressam. Alman sineması da güçlü bir eleştirel damarla besleniyor. Fırsat buldukça kitapçıları dolaşıyoruz. Alman edebiyatında polisiye romanlar en çok okunanlar listesinde. Örneğin Murat bir süredir Wolfgang Schorlau’yu okuyor. Alman derin devletinin yakın geçmişini konu edinen romanlar. Bir tür yüzleşmeyi taşıyor okurlara.
Yayın Tarihi: 17/04/2024