PolitikART
Kültür-Sanat

Bir hatırlama çağrısı: Tanrıyı sorguya çekmek

Sayı: 332
Miheme Porgebol
Bu inisiyatif belki de pek çok sanatçının ya da sanat gruplarının örgütlenme çabasının ne kadar değerli olduğunun hatırlatılması üzerine kuruldu. Bu yeni bir başlangıç değil. Çok sefer başlamış ve her seferinde savaş politikaları ve güvenlik endişesi yüzünden yarım kalmış o başlangıçlara eklemlenme arzusu.

 

Türkiye ifade, düşünce ve sanat özgürlüğü bağlamında her geçen gün biraz daha geriye gidiyor. Kültürel haklar, Türkiye’deki ağır faşist-popülist boyunduruklar altında eziliyor. Sanatçılar ardı ardına ceza, yasaklama ve sansürle karşılaşıyor. Sanatçılar düğünlerde söyledikleri şarkılar yüzünden tutuklanıyor, halay çektikleri için insanların evlerine şafak baskınları yapılıyor, ulusal kıyafetler işkence ve tutuklama sebebi olabiliyor. Tüm bunlara karşı bir örgütlülüğün olmaması ise en kaygı verici durumdu. Ancak Türkiye ve Kurdistanlı sanatçılar bu kaygıya karşı bir umut örmek üzere harekete geçti. Özgürlük İçin Sanat İnisiyatifi, 18 Temmuz’da Amed’in Sûr ilçesinde bulunan İskenderpaşa Konağı’nda kuruluşunu ilan etti. Biz de inisiyatif üyelerinden KHK’lı akademisyen Süreyya Karacabey’le Özgürlük İçin Sanat İnisiyatifi’nden yola çıkarak özgürlük ve sanat ilişkisini, Türkiye’de sanatçı örgütlenmesinin neden gerekli olduğunu konuştuk.

 

Özgürlük için Sanat inisiyatifi nedir, hangi ihtiyaçtan doğdu ve ne yapar?

Az sayıda insan kendi tecrübeleri bağlamında, sessizlik haline girmiş ülkeden rahatsız olduğunu dile getiriyordu. Örneğin ben Diyarbakır'a sık gidiyor ve oradaki öğrencilerimle buluşuyor onlarla konuşuyorum. Okulu bitirdikten sonra kendi kentlerine gidip çalışmaları benim hep savunduğum bir şey, çünkü para İstanbul'da olduğu için herkes oraya gider. Öyle bir dünyada yaşıyoruz, ‘geçim’ lafını küçümsediğim için değil ama buna bu denli teslim olmanın sinir bozucu olduğunu birbirimize söylememiz gerekiyor. Sanat ve sanatçı kelimeleri de benim için sıkıntılı. Aslında bir biçimde geçimlerini sağlayan ya da kendilerini dünyaya çizgilerle, seslerle, müzikle ya da başka bir biçimde anlatan birtakım insanlar topluluğu var. İki kuruş para kazanabilmek için saatlerce setlerde canları çıkanlar, bir resim satamayanlar vb. Bunların toplumsal iş bölümünde ayrıcalıklı olmadıkları halde, herkesten daha fazla süründükleri halde hepsini teselli eden bir şey var; Kendilerini diğerlerinden farklı görmeleri. Bu benim sinirimi eskiden beri bozan bir şey.

 

Bu, sanata ve sanatçıya atfedilmiş bir kutsiyet ve bu kutsiyetin herkes tarafından kabulünden kaynaklanıyor bence.

Evet ve bu gerçekten çok eski bir bakma biçimi. Oysa biz, bunun bir tuzak olduğuna, yani sistem için sanatı işlevsel haline getirmenin bir formu olduğuna uyanalı çok oluyor. Özgürlüğün gasp edildiği ve birilerine “sen bizim vitrinimizsin”, “Bizi sen temsil ediyorsun” ya da “Demokrasi bilincini senin üzerinden genişletebiliriz” dendiği her yerde sanat bir aparattır artık. Sanatçı da öyle ama o ayrıcalıklı olma fikri insanların hoşuna gidiyor. Bunu çeşitli kurum ve alanlarda ayrıcalık verilmiş insan topluluklarının hepsinde görebilirsiniz.

 

Özellikle bizimki gibi esaret altındaki toplumlarda bu ayrıcalıkları kullanıp kendini toplumdan ayrıştırmak neye tekabül ediyor?

Aslında bu başta bir iyi niyet bulutuna benziyor. Kamplaştırma veya kendince iyi bir şey yapanı suçlamak derdinde değilim ama bu bir tuzak. Gerçekten bir tuzak. “Ben işimi düzgün yapmaya çalışıyorum” diyor fakat düşünsene işini yapmaya çalışırken cehennem taşlarının üstündesin. Hepsi bir tür iş birlikleri üretiyor ve aynı zamanda sus paylarının çoğalmasını sağlıyor. Kişi bu şekilde düşünmese, istemese hissetmese bile –gerçekten bir saflığı vardır bu işle uğraşan insanların; çok iyi bir şey yaptığını, hakikaten toplumlara yön verdiğini düşünebilecek bir iyi niyete de sahip olduklarını hiç unutmadan söylüyorum bunları- kazın ayağı öyle değil. Bu durum her seferinde karşımıza bir işlevsizlik tablosu çıkarıyor. Sanatı ve sanatçıyı bir biçimde her şeyin dışında bırakıyor. Sus payı dediğim şey de buraya dair. Hani Amerikan rüyasının “bir gün hepiniz zengin olabilirsiniz” gibi bir şiarı vardır ya, sanatçıların tuzağı da buna benziyor. Dolayısıyla bunun için masal yaratan bir form diyebiliriz; hatta biraz da arkaikleşmiş bir masal. Aslında insan psikolojisinde gerçekten etkili olabiliyor bu form. Her gün “bir şey yapabilirim” duygusu insanın reel zamanda yapabileceklerinin önüne geçecek bir ideolojik bariyer oluşturabilir.

Sanatçının çok özel bir ayrıcalığı olmadığını kabul etmeliyiz, bu düşüncenin modası geçti çünkü. Naziler dahil bütün sistemler kullandı sanatçıyı. Örneğin sanatçı ulus-devlet projesinde çok işlevseldi. Ama şimdi sanatçının sermaye sınıflarıyla kurduğu ilişki dışında; işini satmak, oradaki rekabete katılmak ve bir ayrıcalığı oradan kazanmak dışında, yani vahşi bir ortamda savaşmak dışında bir ayrıcalığı kalmamış durumda.

“Herkes bir gün 15 dakikalığına ünlü olacak” vaadiyle insanların sürekli tüketim ve gösteri adına bir şeyler üretmeye çalışması gibi mi bu sus payı?

Bir yanılsama dünyası yaratıyorsunuz ve “zaten benim yolum başka” dediğinizde, “sanatımı daha ayrıcalıklı koşullarda üretebilirim” dediğinizde bir bakıyorsunuz dahil olmuşsunuz. Bir sürü sanat okulları ve buralardan mezunlar var ya da alaylı olarak kendini geliştirmiş insanlar var. Hepsinin hayatı bir çileden ibaret. Bunların çok küçük bir grubu bir takım sermaye grupları veya kurumlarla ilişkilenerek bir yol alıyor ama geri kalanlar onlara bakıyor. İşte ilk olarak bunu dağıtmak gerekiyor. Çünkü bu gerçekten bir yanılsama bulutu. Örneğin ben akademisyendim ve o zaman da benzer bir yanılsama vardı. Devlet üniversitesinde çalışıyorsunuz ve gene parantez içinde bir ayrıcalığa sahipsiniz. Ama o ayrıcalık bir gecede dağıtıldı. Hepimiz bir gecede güvencesizleştik. Aslında bu sanat emekçileri için de geçerli bir şey. Hepsi şu anda dağınık, kötü koşullarda yaşayan, yarını göremeyen insanlar. Ben de burada diyorum ki “Senin Mersin'de traktörden düşen tarım işçisinden ne farkın var?” Hiçbir farkın yok. Emek türünün farklılaşması tamam, ama öbür taraftan aynı güvencesizliğe hep beraber sahibiz.

 

Sanatçı bu ayrımı yapabildiğinde ne olacak, ne değişecek?

Hiçbir şey vaat kadar korkunç gelmiyor bana. Özgürlük İçin Sanat İnisiyatifi’ne de biraz buradan bakmak gerek. Kafası karışık birtakım insanlar bir araya gelip diyor ki “Ne yapabiliriz?” Yanıt: “En önce örgütlenebiliriz.” Başka ne yapabiliriz? Bir köşede örgütsüz olduğu için, kendi gücünü tekil olarak değerlendirmeye çalıştığı için birtakım iktidar oyunlarına girerek hayatını düzenlemeye çalışan insanlara bu kadar baskının içinde, kimsenin ağzını açamayacağı bir yerde sanatçının bir işçiden farklı olmadığını söyleyebiliriz. Önce buna ikna olmalıyız. Sanatçının çok özel bir ayrıcalığı olmadığını kabul etmeliyiz, bu düşüncenin modası geçti çünkü. Naziler dahil bütün sistemler kullandı sanatçıyı. Örneğin sanatçı ulus-devlet projesinde çok işlevseldi. Ama şimdi sanatçının sermaye sınıflarıyla kurduğu ilişki dışında; işini satmak, oradaki rekabete katılmak ve bir ayrıcalığı oradan kazanmak dışında, yani vahşi bir ortamda savaşmak dışında bir ayrıcalığı kalmamış durumda.

 

Sanatçı için çok onur kırıcı, kölelik gibi bir şey bu…

Hepimiz için böyle.

 

 

Ama sanatçı açısından düşündüğümüzde hayal gücünü merkeze alıp tahayyül ve tasvir etmesini beklerken kendini bu sınırlara hapsetmesi, hatta kullandırması çok rahatsız edici.

Meselenin politik açıdan ya da başka bir dünyadan baktığımızda mahkum edici bir dil kullanabiliriz ama biz gönüllü bir biçimde sistemden dışarı çıkamayacağına ikna olmuş, zaten ne yaparsa yapsın buradan çıkamayacağını kabul etmiş, dolayısıyla burada bir yer ve bir rant elde etmesi gerektiğine inanmış olmanın sonuçlarını yaşıyoruz. Senin dediğin gibi, hayal gücünü hatırlamalıyız çünkü hayal gücü sisteme entegre olan bir şey değildir. Herhangi dar bir şeye veya partiye indirgenebilir bir şey değildir ama doğruyu söyleme konusunda daha çekincesizdir. Doğru denilen şeyin herhangi bir şekilde kavranabilmesi için en azından hayal edilmesi gerekiyor. Sonuçta, sanatçı gidip devlet kurmuyor, ama diyor ki “Burada bir şeyler yolunda değil ve ben bunun aracı olmak istemiyorum.”

 

Hayal gücünün üzerinde biraz daha durmak istiyorum müsaadenizle. Hayal gücü, sanat ve özgürlük bağlamında birey ve toplum için neden gereklidir ve neye yarayabilir?

Şöyle düşün Miheme; Goethe, “Gelecek yokluğu kötülüktür” diyor. Biz çok uzun zamandan beridir bir gelecek yokluğunun içine hapsedildik. Gelecek yokluğu aynı zamanda özgür düşünmenin, bir şey hayal etmenin de önüne bir set çekmiyor mu? Dolayısıyla birisi “hayal gücünüzü daha kişisel imgelerinizde kullanın. Daha büyük şeylerde değil de daha rahat satışı yapılabilecek ama bir taraftan da marjinalmiş, eleştiriyormuş gibi görünebilecek işlerinizde kullanın. Sınırı aşmayın” dediğinde kötülüğe ortak olmuyor mu? Zaten sanatın tüm hikayesi buraya ait değil mi? Özgürlük meselesini sanatta bir siyasetin hayal gücüne eklemlenme olarak asla görmediğimi söylemem gerekiyor ama orayı da aşan ve makro siyasette birleşen bir özgürlük arzusu var. Ben özgürlüğe giden yolun eleştiriden geçtiğini düşünenlerdenim, bir biattan ya da kabulden değil. Bu biatın nereye olduğu benim için önemli değil. Ben biraz anarşist biriyim bu yüzden biatın kime olduğu benim için değişmiyor. Ya da bütün sistemler için anarşist bir tokatın işe yarar olduğunu düşünenlerdenim. Ayrıca hayal gücünün işlevsel olmaktan çıkarılması sansürden çok otosansür meselesi. Ne yapacağımın sınırını bana sadece devlet söylemiyor, ondan önce içimdeki birtakım melekler söylüyor. “Başını fazla belaya sokma” diyor. Tamam, insanın belaya bulaşma konusunda bir arzusu olmayabilir ama maalesef Orta Doğu'da doğmuşsun kardeşim. Belanın sınırını senin okuduğun kitaplar belirlemiyor, gerçekler belirliyor. Mesela halay tutuklamaları. Üç gündür ona gülüyorum. Hakikaten önce parodi haber zannettim. Mesela dansçılar gülmedi mi bu haberlere? Bence hepsi güldü çünkü kimse aptal değil. Ama bir ses onlara “bu konuya girme” diyor. Ben de diyorum ki “senin özgürlüklerinin asıl düşmanı içindeki o sestir.” Dolayısıyla bunun gülünç bir şey olduğunu hep beraber söylemeye başladığımızda bizi korkutan şeyler azalır. Daha doğrusu korkunun ecele faydası yok, çünkü korkutarak kurdukları çember artık herkesi kapsamaya başladı.

İran'da hakkında ölüm cezası verilmiş sinemacı genç kadının açıklamasını okudum. Ölüme gidiyor ve mealen diyor ki “böyle bir toplumda yaşamaktansa…” O genç sanatçı başkalarının acı çekmediği, başkalarının güvenlik endişesinin olmadığı, bütün canlıların özgür bir biçimde yaşadığı bir toplumun anlamını sorgulamış.

Belirleyici olanın gerçeklik olduğunu söylediniz. Türkiye’deki baskı ve savaşı anlatmaya gerek yok. Türkiye’nin bu gerçekliği sanatı ve sanatçının düşünme biçimini nasıl etkiliyor?

Biz daimî bir savaş hali içerisindeyiz Orta Doğu’da, sadece Türkiye’de değil. Sadece savaşların niteliği değişiyor. Adına operasyon diyorlar, müdahale diyorlar ama olan şey aslında yakıcı bir savaş. Biz ancak işte İsrail-Filistin ilişkisinde patlayan büyüklükteki bir şey gördüğümüz zaman bir şeye savaş diyoruz. Ama mesela Kürtler komşumuz olarak yaşamasın diye yapılan operasyonlara savaş diye bakmıyoruz. Zaten ulusal sınırlar insanların kafasında oto-sansürü oluşturan en temel unsur. Dünyaya bakarsınız da durum böyle. Ben şu an Almanya'da yaşıyor olsaydım, İsrail politikalarına laf söylediğim için muhtemelen sınır dışı edilecektim. Buna rağmen bile olsa İsrail’e laf etmeyecek miyiz? Yanlışa yanlış demeyecek miyiz? Yanlışa yanlış dememek için oluşturulmuş korkunç bir korku koridoru var. Yazıktır, pek çok kişi ortak düşünse bile bunu 4-5 kişinin omzuna bıraktığımızda onları hedef göstermeye de ortak oluyoruz. Bu da bana ürkütücü geliyor.

Ben Diyarbakır'ı daha fazla tanıdığım için oradan örnek vereyim. Orada bir Kültür Yolu Festivali yapılıyor, meğerse Van'da, Mardin’de ve daha birçok yerde yapılıyormuş. Bu festivaller aslında birer asimilasyon çalışması. Şimdi bir sanatçı bunun neresinde duracak? Açıktan söylemese bile bir sanatçı neden Kültür Yolu Festivaline katılmaması gerektiğini biliyor. Korkusundan protest bir ses çıkaramasa bile biliyor. Onları da anlıyorum, çünkü ağzınızı açsanız, iki kelime bir şey yazsanız sizi cezalandırmakla tehdit eden bir güç var karşınızda. Ama eğer örgütlenirsek, bu konuya dair tekil açıklamalar yerine bir tür direniş noktaları olarak toplumsal örgütlenmeyi çoğaltsak bu tür asimilasyon hareketlerini geriletebiliriz. Apolitik zannettiğimiz pek çok sanatçının da insanların kendi ülkesinde söylediği türküye, onun içeriğini yaptığı dans biçimine karışılamayacağını düşünüyor, biliyorum.

 

 

Çünkü sanatın düşünme ve kendini var etme biçimi bu…

Tabi yani, çünkü başka türlüsü çok saçma. Hakikaten çoğunluk böyle düşünüyor, en uslu görünen sanatçı için bile bu deli saçması bir şey. Bakmayın uyum sağlamaya çalıştıklarına, gündeliği geçirmeye çalışıyorlar ama akıl yürütmelerin ortak olduğunu biliyorum. Şimdi onlardan iki tanesini benimle buraya çağır, bu sohbeti yayımlamayacağına ilişkin bir garanti ver, aynı şeyleri söyleyecekler. Çünkü gerçekten aklın yolu bir. Süregelen çok mantık dışı. Her şey birbiriyle bağlantılı Miheme. Şimdi bir ağacı yalın bir biçimde betimleyeceğimiz bir resim yapmamıza bile imkân yok çünkü o ağaç bir yerlerde özellikle yakılıyor. Mesela hayvan katliamı yasasıyla ilgili hepimizin vicdanda birleştiği söyleniyor, ama öyle değil. Bu politik bir şey, ölüm politikalarının nerelere kadar sıçrayabileceğini gösteriyor ve biz buna itiraz etme gereği duyuyoruz. Dolayısıyla bunları söyleme gücümüzü örüp yaygınlaştırmayı ancak özgürlüğümüz sağlayabilir. Kahramanlık yapmaktan söz etmiyorum. İnsanlar çeşitli şekillerde tehdit edilerek susturuluyor ama ya bu korkuya boyun eğdiğinizde artık korkacak ve kaybedecek hiçbir şeyinizin kalmadığı bir dünyaya uyanabilirsiniz. İran'da hakkında ölüm cezası verilmiş sinemacı genç kadının açıklamasını okudum. Ölüme gidiyor ve mealen diyor ki “böyle bir toplumda yaşamaktansa…” O genç sanatçı başkalarının acı çekmediği, başkalarının güvenlik endişesinin olmadığı, bütün canlıların özgür bir biçimde yaşadığı bir toplumun anlamını sorgulamış.

Sanatçı dediğimiz kişi, öbür tarafa işaret eden olmalı. Bütün bu olup bitenlerin, bütün savaşların, bütün katliamların arkasında aslında başka bir hikâye döndüğünü insanlara gösteren olmalı. Yoksa hep beraber önümüzü ilikleyip yasa maddelerini okuyalım.

Zaten tarih boyunca toplumları en çok etkileyen eser ve sanatçılar “bu şekilde yaşamaktansa…” tutumu gösterenler değil midir? Bu biraz da sanatın ve sanatçının düşünme yöntemiyle ilgili değil midir?

Elbette. Çünkü çizgiler özgürdür, renkler özgürdür, kelimeler özgür olsun istenir. En çok da edebiyatta görürüz bunu. Bir sözcük yasaklandığında onu başka kelimelere, daha şifreli bir dille anlatmanın yolunu aramıştır. Niye? Çünkü özgürlük bir arzudur. İnsan olduğu gibi yaşayabildiği bir yer ve ortam ister. Özgürlüğü ancak insanın kafasının arkasında başka bir şey olmadan, ikinci bir benliği sunmak zorunda kalmadan, basına ayrı konuşup evinde ayrı konuşmak zorunda kalmadan yaşayabileceği bir hayat vaat edebilir. Herkes de bunun içten içe farkında zaten. Sanatçı bunun daha çok farkında. Biz de saygıyı hep tavır koyana. Tavır koyana düşmanı bile saygı duyar, çünkü tavır koyabilmek yaşadığını gösterir.  

 

Çünkü tavır koyarak aslında bir sınırsızlık alanı yaratmış oluyor. Sizin az önce bahsettiğiniz hapisliğin sınırlarını ortadan kaldırmış oluyor.

Evet. Ülkelere, ırklara, insanlara, dillere çok dar bir yerden ya da resmi görüşün bana çizdiği yerden bakma mı bana kim buyuruyor? Hz. İbrahim bile Sodom yok edilirken tanrıyı sınava çekiyor. “Hadi” diyor “Şimdi bu yok edeceğin toplulukta 40-50 tane iyi insan varsa?” Bu akıl yürütme aslında bir adalet duygusundan geliyor. Adaletin örselendiği yerde aslında kimse mutlu değil ki. Sınırı ihlal etmek böyle bir şey işte, tanrıyı bile sorguya çekecek bir sınırsızlık. Sanatçının ilham aldığı yer tam da burası. Sanatçı buraya bakar, kutsal kitapların ‘renkliler ayrı, beyazlar ayrı yıkanır’ talimatlarına bakmıyor ki. Sanatçı oğlunu kurban etmeye götürürkenki İbrahim’e değil, etiğin dinden daha önemli olduğunu hatırlatırcasına Sodom için tanrıyla pazarlık yapan İbrahim’e bakar.

 

Bu örnek sanatın ve sanatçının karşı karşıya olduğu kuşatmayı çok iyi ifade ediyor. Çoğumuz İbrahim’in Sodom’daki tavrını bilmezken kurban efsanesini biliriz. Bir biat ve minnet anlatısı. Tavırsızlığın topluma ve sanatçıya çeşitli rejimlerce dikte edildiğini söylemek yanlış olmaz.

Zaten bütün hikâye burada Miheme. Yani aslında herkesi bir sınırın içinde sıkıştırmak üzere bir düzen oluşturuluyor. Eğer sanatçıysanız, yani o sınırsızlığın içinde egzersiz yapan bir zihne sahipseniz zaten önce burayı görmelisiniz. Sanatçı dediğimiz kişi, öbür tarafa işaret eden olmalı. Bütün bu olup bitenlerin, bütün savaşların, bütün katliamların arkasında aslında başka bir hikâye döndüğünü insanlara gösteren olmalı. Yoksa hep beraber önümüzü ilikleyip yasa maddelerini okuyalım. Gerçekten böyle bir dünya çok sıkıcı olur. Aykırı sesler o yüzden seviliyor. En muhafazakâr çevrelerde bile azıcık daha eleştirel ya da derdini deliliğe vurarak dile getiren insanların sevilme nedeni bu. Çünkü aslında hiç kimse Orwell’in 1984 tasarımındaki gibi bir dünyada yaşamaktan elbette hoşlanmıyor. Ruh hastası mı, niye hoşlansın. Bence en dindar bile seküler bir toplum ister. Ben dindar biri olsam, tanrı adına bu kadar konuşulmasının günah olduğunu söylerdim. Bence normal haline bırakılsa insanlar niye başkasının kötülüğünü istesin; eğer ikna edilmemişse. Mesela birileri halay çeken insanları ihbar ediyor, birileri üniversitedeki hocasını ihbar ediyor, düğünde yöresel kıyafet giyen insanları ihbar ediyor… Bu bir kötülük şebekesi ve kendiliğinden oluşan bir şey değil. Bu uzun zamandır çalışılan bir şey. Dolayısıyla sanatla uğraşan biri en azından başka türlü bir akıl yürütmeyi özgürleştirmeye çalışıyorsa bütün bunlara zaten eleştirel bakar ve dalga geçer. Ama bizim hikayemizin koptuğu yer şurası: Dalga geçiyor, onaylamıyor ama tavırsızlığıyla onaylamış oluyor.

Bizim hayatımız sadece bize ait bir hayat değil. Sorumluluk etiğini hayata tekrar çağırmamız gerekiyor. Bana iyi gelen, “aman ben nasıl rahat ederim” gibi düşüncelerin gerçekten de kimseyi mutlu etmediğini görüyorum. Kimse mutlu değil, olamaz.

Anladığım kadarıyla Özgürlük İçin Sanat İnisiyatifi’nin de şu an içinde bulunduğu süreç, bu anlattıklarınız temelinde bir örgütlenme süreci. Henüz yolun başındasınız. Bu anlamda sanatçılara veya topluma seslenmek isterseniz ne derdiniz?

Bu inisiyatif belki de pek çok sanatçının ya da sanat gruplarının örgütlenme çabasının ne kadar değerli olduğunun hatırlatılması üzerine kuruldu. Bu yeni bir başlangıç değil. Çok sefer başlamış ve her seferinde savaş politikaları ve güvenlik endişesi yüzünden yarım kalmış o başlangıçlara eklemlenme arzusu. Sanatçının ağırlığını koyma iradesi göstermesi gerektiğini hatırlatıyor. Bunu ayrıcalıklı bir yerden söylemiyorum, yurttaş olarak söylüyorum. Bu ülkede yaşama hakkımızı yüksek sesle dile getirmek çabası bu. Ve aslında o kadar geri bir pozisyon ki. Dağıtılmış ve sadece ekonomik çıkarlar için bir araya gelmeye indirgenmiş gruplara diyoruz ki “Biz bu işi niye yapıyorduk ki? Biz niye şarkı söylüyorduk? Niye resim yapıyorduk? Nasıl bir dünya hayal ediyorduk?”

 

Buna bir hatırlama çağrısı diyebiliriz öyleyse.

Evet, kesinlikle bir hatırlama çağrısı. Çünkü ben bu sesi iletmek istediğimiz insanların sık sık bu soruları düşündüğünü ve her şeyin gayet farkında olduğunu düşünüyorum. O “bilmiyorlar ama yapıyorlar” diye insanların birbirini alttan alabildiği o çağ kapandı artık. Herkes her şeyin ne olduğunu gayet iyi biliyor. Bir kahvede oturan topluluk, ekonominin nasıl işlediğini benden iyi biliyor ama bütün mesele riayet kısmında. Sistemin korkunç olduğunu biliyoruz, niye savaşta olduğumuzu biliyoruz, niye başkalarına baskı yapıldığını biliyoruz, herkes biliyor bunları ama bilmek davranmaya yol açmadığı sürece hiçbir anlamı yok bilmenin. biz ancak o bildiklerimizi ifade ettiğimizde, korkmadan ve özgürce haykırdığımızda, birbirimize “korkma kardeşim, bir araya geldiğimizde birbirimize siper olabiliriz” dediğimizde bir topluluk olabiliriz. Biz bir topluluk değiliz şu an, bir topluluk olma çağrısı.

 

Topluluk olması sanatçılar açısından somut olarak neler değiştirecek?

En azından muhalefetin olmadığı bir ülkede muhalefet oluşturacağız. Tarih bize mikro hayaller kurmayı gösterdi ama mikro hayaller bile daha büyük, özgür bir dünya arzusu olmadan gerçekleşemez. Dolayısıyla sesler çoğaldığında bir baskı mekanizmasına dönüşür. Aslında insanlar bu kadar görünmez bir elin, bu kadar tuhaf işleyen bir sistemin kurbanı falan değiller. Bu sisteme katıldıkları için o görünmez el bu kadar rahat. Esaslıca “hayır” diyebilmek gerek. Dünyadaki bütün ezilenleri düşünsene, sayıları yönetenlerden ve yönetimden nemalananlardan daha fazla. Herkes güvencesiz durumda. Ezilenler esaslı bir “hayır”la ayağa kalktıkça sistemin ayakta kalma gücü tükenir. Zaten bu sistem çok uzun zamandır ölmüş durumda. Biz bir zombi ile savaşıyoruz ama o zombiyi ayağa kaldırıp savaş, silah, ilaç ve envai çeşit sanayisini öne sürerek, onu güçlü göstermeye çalışarak bizi korkutmaya çalışıyorlar. Ben her şeyin güçlü bir sesle, yan yana gelişle dayanıksızlaşacağını düşünenlerdenim. Bu iddiayı romantik ya da lüzumsuz gördüğümüz bakış problemiydi. Sanatla uğraşanın da en azından romantik düşler kurma hakkı var. Hepimiz tapu kadastroda bir memurmuşuz gibi davranmaktan bir vazgeçelim bence. Zaten hepimizin çocuklarının geleceği bitmiş durumda, önce bunu kabul edelim. Sokaklarda güven yok, güvenlik yok, önce bunu bir kabul edelim. Kaybedecek hiçbir şeyimiz kalmamış. Ben, insan topluluklarının güçlü ısrar ve inatla bir araya gelerek “hayır” dediklerinde, hâlâ etkili olabileceklerini düşünen romantiklerdenim.

 

Son olarak söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?

Biliyorsun, ben tekil olarak bir aktivist ruhuyla yaşamaya çalışıyorum; yaşlanıyorum ama bundan vazgeçmiyorum. Etrafımda her ne varsa onlara ilişkin gücüm neye yeterse, en azından söz ve içerik üretmeye, bedensel olarak katılabiliyorsam gitmeye çalışıyorum. Bunun bir başka dünya hayaline ve ölen çocuklara borcumuz olduğunu düşünüyorum. Bizim başkalarına borcumuz var. Bizim hayatımız sadece bize ait bir hayat değil. Sorumluluk etiğini hayata tekrar çağırmamız gerekiyor. Bana iyi gelen, “aman ben nasıl rahat ederim” gibi düşüncelerin gerçekten de kimseyi mutlu etmediğini görüyorum. Kimse mutlu değil, olamaz.

Küçük bir örnek vereyim, biz atıldığımızda bir öğrencim ziyarete gelip dedi ki “hocam siz gittikten sonra Dil-Tarih’in bütün koridorlarında ölüm sessizliği vardı.” Yani aslında bizim gitmemizden memnun olanlar bile rahatsız. Dünya böyle bir yer. Komşumuzun yası varken ona en ufak bir şey yaptığınızda sonraki kuşaklar boyunca bunun lanetini yaşarsınız. Kimse böyle mutlu olamaz.

 

Ama dünya utançla dolu hocam.

Bir sürü insan bu sorumluluğu içinde bir utanç olarak yaşadığı için. Sorumluluğun gereğini yapmadığınızda o utanç gelir sizi bulur. Biz başkalarından sorumluyuz. Ölene kadar başkalarından sorumluyuz. Bence bu duruş sadece var olmak için bile sağlam bir nokta. Başkasını bilemem, yanlış yapabiliriz, yanlış anlayabiliriz, kafamız karışabilir ama en azından burada durmaya çalışmanın iyi bir nokta olduğunu düşünüyorum.

 

Yayın Tarihi: 10/09/2024