PolitikART
Edebiyat

Bilim, iktidar ve kurmaca arasında yolculuk

Sayı: 341
Erdoğan Alayumat
Bazı romanlar yalnızca bir hikaye anlatmaz; bir ülkenin belleğini, suskunluğunu ve çarpıklıklarını da açık eder. Eyyüp Epekinci’nin kaleme aldığı “İnvitro” da işte bu romanlardan biri. Polisiye türüyle yola çıkan anlatı, kısa sürede çok daha derin bir zemine kayıyor. Romanın başkahramanı Dicle Navdar, alışıldık dedektif portrelerinin ötesinde bir karakter. Soruşturmaları ilerlettikçe yalnızca bir cinayet değil; devletin ve bilimsel kurumların örtbas ettiği daha büyük bir gerçeği açığa çıkarıyor. Dicle’nin adalet arayışı, kişisel bir çaba olmaktan çıkıp toplumsal bir yüzleşmeye dönüşüyor. Epekinci, bilimsel jargonu, bürokratik dili ve edebi anlatımı büyük bir ustalıkla harmanlayarak hem okuru düşünsel bir sorgulamaya davet ediyor hem de atmosferik bir anlatı kuruyor. Özetle Eyyüp Epekinci’nin “İnvitro” adlı ilk polisiye romanı, bir laboratuvarın soğuk camından Türkiye’nin karanlık hafızasına bakıyor. Bilim, suç ve edebiyat ekseninde örülmüş bu çarpıcı anlatı üzerine yazarla bir söyleşi gerçekleştirdik.

 

İlk romanınız “İnvitro” kitabevlerindeki raflarda yerini aldı. Genç bir yazar olarak öncelikle okuyucularımız için kendinizi tanıtabilir misiniz?

Yeni bir yazarın kitabın çıkmasından sonraki en zorlu süreç kendini tanıtma süreci oluyor. Bu röportaj benim için çok kıymetli. Teşekkür ederim.

Batman’da doğdum. Liseyi orada tamamladım. Marmara Üniversitesi’nde bankacılık bölümünde okuyordum, ikinci sınıfta ayrıldım, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema bölümünde okudum. İlk seneden itibaren film ve belgesel çalışmalarına başladım. Bir ekip olarak çeşitli konularda belgesel çalışmalarımız halen devam ediyor. Sosyal sorumluluk projeleri hazırladım. Çocuk kitapları yayıma hazırladım. 

2022 yılında Eğitim Sen Batman Şubesi Şerzan Kurt Öykü yarışmasında “Cango” adlı öyküm birincilik ödülüne layık görüldü. “Borçlu olduklarımız” kitabında “İyi Uykular” adlı öyküm derlemeye girdi. Bunlar beni motive etti. Ve roman yazmaya kendimi hazır hissettim. İki yıllık yoğun çalışma sonrasında İnvitro ortaya çıktı.

 

 

İnvitro, ilk bakışta bir polisiye roman izlenimi uyandırsa da kısa sürede bilimsel deneylerin, devletin karanlık operasyonlarının ve toplumsal şiddetin iç içe geçtiği çok katmanlı bir anlatıya dönüşüyor. Kurmacanın böyle çok katmanlı ve geçirgen bir alan olması sizin için ne ifade ediyor?

İnvitro’yu yazmaya başlamadan önce üç yıl boyunca çeşitli polisiye okumalar yaptım hem edebiyat hem de araştırma yönünde. Üslubumun oluşmasında etkisi oldu bunun. Yüzeysellikten kurtulmak, çok daha derin ve rahatsız edici gerçekliklerle yüzleşmek istedim. İnvitro’da bilimsel deneylerin etik sınırları, devletin gizli operasyonları, mülteci düşmanlığı, linç kültürü, kurum çürümesini anlatmak istedim. Tüm bunları bir araya getirmek, okuru salt bir dedektiflik macerasının peşine düşürmek değil aynı zamanda kendisini ve içinde yaşadığı sistemi gösterme çabasıydı. 

Kurmaca, benim için sadece bir hikâye anlatma aracı değil, aynı zamanda bir laboratuvar. Burada farklı fikirleri, farklı disiplinleri, farklı türleri birbirine karıştırıp yeni bileşikler, yeni anlamlar üretmeye çalışıyorum. İnvitro, gerçekliğin çok katmanlı ve karmaşık olduğunu yansıtma çabası aslında. Yazmaya devam ettiğim ikinci romanım Ferman için de aynı şeyi söyleyebilirim. Okuyucuya iyi bir deneyim sunma çabası içindeyim.

 

 

Romanda bilim sadece bilgi üretiminin değil; iktidarın da bir aracı olarak karşımıza çıkıyor. Ancak bu eleştiri, didaktik değil; karakterlerin deneyimleriyle örülmüş bir biçimde ilerliyor. Sizce edebiyat, bilimi ve politikayı doğrudan tartışmadan da eleştirebilir mi? 

Doğrudan parmak sallamadan, didaktik olmadan eleştirebilmek edebiyatın en güçlü yanlarından biri bence. Ben de İnvitro’da tam olarak bunu yapmaya çalıştım. Bilimin ve politikanın eleştirisini, soyut kavramlar üzerinden değil, Başkomiser Dicle'nin geçmişi ve şimdiki durumu ile diğer karakterlerin yaşadıkları, hissettikleri ve tanıklıkları üzerinden inşa ettim. Tek bir bakış açısıyla değil, farklı perspektifleri de ekleyerek. Salt bireysel travmalar üzerinden değil toplumsal patoloji üzerinden anlatmaya çalıştım. Bu dengeyi kurarken, öncelikle hikâyenin inandırıcılığına ve karakterlerin iç dünyasına odaklandım.

 

Dicle Navdar karakteri, yalnızca bir dedektif değil; aynı zamanda etikle, hafızayla, adaletle cebelleşen bir tanık. Onun hikâyesi boyunca Türkiye’nin karanlık hafızasına da kapı aralanıyor. Bu karakteri yazarken bireysel trajedilerle kolektif travmalar arasında nasıl bir bağ kurdunuz?

Dicle, aslında benim için bir köprü karakter. Bireysel bir dedektiflik hikâyesinden çok daha fazlasını temsil ediyor. Onun kendi ailesinde yaşadığı tarihsel sorunlar, hafızayla olan mücadelesi, Türkiye'nin son 40-50 yıllık döneminde yaşadığı kolektif travmaların bir yansıması. Onu yazarken, ailesi üzerinden Türkiye'nin 1980 ve 1990'lı yıllarda yaşadığı karanlık dönemi, faili meçhullerini, kayıplarını, hafıza silme çabalarını, Dicle'nin kendi hafızasıyla mücadelesi üzerinden işliyorum. Seri bu minvalde ilerleyecek.

 

 

Kitap boyunca bilimsel söylem, bürokratik dil ve edebi anlatım iç içe geçiyor. Laboratuvar raporlarıyla iç monologlar, teknik bilgiyle şiirsel betimlemeler yan yana duruyor. Bu çok sesli yapıyı edebi açıdan nasıl inşa ettiniz?

Bu, "İnvitro"nun en çok üzerinde durduğum, stilistik anlamda da en çok kafa yorduğum yönlerinden biriydi. Gerçekliğin kendisi, tek bir dilden ya da söylemden ibaret değil. Bilimsel gerçeklikler, bürokratik kurallar, insani duygular ve sezgiler hepsi bir arada var oluyor. Ben de romanda bu karmaşıklığı yansıtmak istedim. Laboratuvar raporlarını, adli tıp tutanaklarını, resmi yazışmaları, Dicle'nin iç monologları ve çevrenin betimlemeleriyle harmanladım.

Amacım okuyucunun sadece bir hikâye okumakla kalmayıp farklı bilgi ve duygu katmanları arasında gidip gelmesini sağlamaktı. Teknik terimleri, edebi bir anlatımın içine yedirerek, onları daha sindirimli hale getirmeye çalıştım. Bu çok sesli yapı, romanın derinliğini ve gerçekliğini artıran bir unsurdur diye düşünüyorum.

 

Romanın dili, atmosferi ve temaları itibarıyla okura yalnızca bir gizem çözme hissi değil, aynı zamanda bir tedirginlik ve farkındalık da bırakıyor. Bu yazınsal etkiyi yaratmak için hangi teknikleri ya da yazarları kendinize yakın buluyorsunuz? 

Okurda bıraktığı tedirginlik ve farkındalık hissi, benim için çok önemli. Bir gizem çözmenin ötesinde, okurun zihninde yankı uyandıran, onu düşündüren bir atmosfer yaratmaya ve psikolojik gerilimi artırmaya çalıştım. Yer yer soğuk, nesnel betimlemeler kullanırken, yer yer de karakterlerin iç dünyasının kaotik ve rahatsız edici yönlerini vurguladım.

Üstat yazarlar arasında Ahmet Ümit, Melih Günaydın, Leonardo Padura, Alper Kaya, Manuel Vazquez Montalban, Petros Markaris, Henning Mankell, Elçin Poyrazlar, Timur Soykan, Patricia Highsmith, Cüneyt Ülsever, Emrah Serbes, Ayşe Erbulak, Algan Sezgintüredi, Celil Oker, Leo Malet, Volker Kutscher ve Dimitris Mamaloukas olarak sayabilirim. Çok daha fazlası var.

Politik ve etik meseleleri edebiyatın sınırlarını zorlamadan işlemek, benim için büyük bir yazınsal sorumluluk. Çünkü edebiyat, slogan atmak ya da doğrudan ideolojik mesajlar vermek değildir. Edebiyat, insani deneyimi, karmaşıklığı ve çelişkileri derinlemesine irdelemektir. Bu nedenle, eleştirimi didaktik olmaktan uzak tutarak, karakterlerin yaşamları, kararları ve yaşadıkları üzerinden sunmaya çalıştım.

 

 

Son olarak bundan sonraki süreçte ne gibi çalışmalara imza atacaksınız. "İnvitro" nun devamı gelecek mi? 

İkinci romanı yazıyorum şu anda. Önümüzdeki kış baskısı için yoğun çalışıyorum. Bir de çocuk kitabı yazdım, adı “Tavuklar Birliği”. Resimleme aşaması tamamlandı. Polisiye okumalarıma ve çalışmalarıma da devam edeceğim. Kişisel bir web sitesi hazırlıyoruz. Yazma serüvenimi, faydalandığım kaynakları paylaşacağım burada. Ayrıca belgesel çalışmalarımız devam ediyor. Şu anda İnsan Hakları Derneği’nin kurucuları ve emeği geçenlere dair bir belgesel üzerinde çalışıyoruz. İnvitro’nun okuyucularla buluşmaya devam etmesi benim için en büyük mutluluk.

 

"İnvitro" gibi çok katmanlı ve derinlikli bir romanı kaleme alırken nasıl bir yazma süreci izlediniz? Kendinize özgü ritüelleriniz var mı? Sizi motive eden, masanın başında tutan güç neydi?

Bu gerçekten de yazarlık serüveninin en merak edilen ve kişisel yönlerinden biri. İnvitro’yu yazarken belirli bir rutinim olduğunu söyleyebilirim ancak bu rutin, katı kurallardan çok, benim için birer kolaylaştırıcıydı. Yazma süreci ve ritüelim dönem dönem hatta günlere göre değişiyor. Sabah erken kalkıp yazmaya başladığım zaman bazen de geç saatlere kadar çalışırım. Olabildiği kadar her gün çalışırım.

Bir işi başarabilmek için disiplin ve düzenli çalışmaya inanırım. Elbette ilham dediğimiz o anlık parlama anları olur ama o da sürekli çalışmayla olur. Yazmak bazen akıcı ilerler. Takıldığım anda kurgunun ilerleyişine müdahale ederim: Yeni bölüme başlamak, üzerinde çalıştığım sahnenin yönünü değiştirmek ya da tamamen silmek.

Bu uzun soluklu yolculukta beni motive eden en büyük güç, sanırım gözlemleme ve bunu anlatma arzusu. Liseden itibaren hikâye yazarım. İlk yazdığım hikâye annem ile teyzemin aldıkları beyaz eşyaları üzerinden birbirlerine hava atmalarıydı. Komedi türündeydi. Kısacası gördüklerimi, duyduklarımı bir şekilde aktarma ihtiyacındayım.

Motivasyon olarak her gün 1000 kelime yazmaya çaba gösteriyorum. Her 250 kelimede ara verip sonraki planları ve sahneleri düşünüyorum. Çalışma stilim hibrit şeklinde. Romanı başından sonuna kadar tasarlarım. Sahne sahne şeklinde. Başı belli, sonu belli. Hangi temalar, hangi alt temalarla birleşecek kabaca ortaya çıkar. Notlar alırım, karakter şemaları ortaya çıkarırım. Bundan sonrası yolunu kaybetmeden akıcı şekilde ilerler. Olabildiği kadar sıkıcılaştırmadan, okuyucuyu içine alıp içinde tutarak hikâyeyi devam ettirmektir.

 

Başkomiser Dicle Navdar Serisi

Başkomiser Dicle Navdar’ın karanlık bir cinayet soruşturmasıyla yüzleştiği İnvitro, Eyyüp Epekinci’nin polisiye türündeki ilk romanı. Politik gerilimle örülü bu roman, yalnızca bir suç hikâyesi anlatmakla kalmıyor; kimlik, adalet ve geçmişin iç içe geçtiği, sorgulayıcı bir anlatıya da kapı aralıyor. Her şey, bir mezbahanede bulunan kimliği belirsiz bir cesetle başlıyor. Ancak ilk bakışta sıradan gibi görünen bu vakanın, kısa sürede Kürt, Türk, Arap ve Afgan suç örgütlerinin iç içe geçtiği daha büyük bir suç ağının parçası olduğu ortaya çıkınca, Dicle Navdar kendini çetin bir soruşturmanın içinde buluyor.

Romanın merkezinde, mülteci kamplarında kaybolan kadınlar yer alıyor. Bu kayıplar, yalnızca birer olay değil; aynı zamanda kimliksizleştirilen hayatların, adaletsizliğin simgesi haline geliyor. Epekinci, bu kadınların hikayesi üzerinden hem toplumsal hem de bireysel bir yüzleşme sunuyor. 

 

Yayın Tarihi: 16/08/2025