Zamanaşımı uygulamasının hem inkârın hem de politik bir unutma talebinin kurumsal olarak onaylanmış hali olduğunu söyleyebiliriz. Bu unutma talebi sadece devlet düzeyinde değil toplum düzeyinde de gerçekleşiyor.
Türkiye, ağır insan hakları davalarında uygulanan cezasızlık pratikleri konusunda geniş bir repertuara sahip. Cezasızlık, hak ihlallerinin işlenmesini mümkün kılan ayrımcı, dışlayıcı ve ırkçı pratiklerden, soruşturma ve kovuşturma süreçlerinde adaletin yerini bulmasını imkansızlaştıran uygulamalara kadar uzanan geniş bir pratikler bütününden oluşuyor. Bu anlamda bir suçun şikâyet konusu bile olamamasını sağlayan gündelik pratikler de cezasızlık uygulaması olarak görülebilir. Zaman aşımı uygulaması da işte bu cezasızlık repertuarının kullanışlı bir parçası olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye’de ağır insan hakları davalarındaki asli amaç inkâr olageldiğinden geniş cezasızlık repertuarı içinde hangi uygulamanın devreye konacağı neredeyse tamamen konjonktürel ve pratik bir konu. Birbirinden niteliksel olarak farklı olmayan iki ayrı davanın birinde en kullanışlı cezasızlık yöntemi zaman aşımı olabiliyorken, bir başkasında sıklıkla yapıldığı gibi faillerin delil yetersizliğinden beraat ettirilmesi olabiliyor. Ancak bu nihai amaçtaki ortaklık zaman aşımı kavramının diğerlerinden niteliksel olarak farklı olmadığı anlamına gelmiyor. Zaman aşımı uygulaması, diğer cezasızlık pratiklerinden temelde kaynağı ve yol açtığı etkiler bakımından farklılaşıyor. Bu farkı, adalet ve zaman arasındaki ilişkiyi ve hak ihlallerini maruz bırakılmış kişilerin ve bu şiddetin faillerinin farklı zamansallıklarını, yani geçmiş, bugün ve gelecek ile kurduğu farklı ilişkiyi tartışarak daha net görebiliriz. Kişinin beden bütünlüğünü hedefleyen birçok suç örneğinde failin ve mağdurun zamanı deneyimleme biçimi birbirinden farklıdır. Mağdur, ya da yakınlarının hayatı faile kıyasla geri döndürülemeyecek bir şekilde dönüşür. Ancak bu farklılık bazı suçlar için reddedilemeyecek kadar derindir. Bunlar sistematik ve yaygın bir şekilde uygulanan işkence, zorla kayıplar ve faili meçhul cinayetler gibi uluslararası hukuk tarafından insanlığa karşı suç olarak tanımlanan suçlar. İnsanlığa karşı suçlarda zamanaşımı uygulamasının tarihsel olarak en etkili eleştirilerinden birini Fransız Yahudi düşünür Vladimir Jankélévitch yaptı. Batı Almanya’da 1965 yılında mevcut yasalar nedeniyle Nazi suçlarının zamanaşımına uğrama ihtimaline karşın Fransız gazetesi Le Monde’a gönderdiği bir mektupta[1], Jankélévitch suçun ve yapılan kötülüğün üzerinden belirli bir zaman geçmesinin bu suçu ya da kötülüğü ortadan kaldırmaya yetip yetmediğini sorar. ‘20 yıl boyunca bağışlanamaz olan bir suç nasıl olur da 20 yılı bir gün geçe bağışlanabilir bir hale gelir? Zaman bütün suçları iyileştirir mi?’ diye sorar Jankélévitch.
Türkiye örneği, ağır hak ihlalleri ve katliamlarda zamanın bırakın suçun ağırlığını hafifletmek ya da onu iyileştirmek, aksine onu daha da katmanlandıran, çeşitlendiren bir faktör olduğunu açık bir şekilde gösteriyor. Bunun birincil nedeni suçun niteliği ve ağırlığı.
Söz konusu olan sadece işkence, faili meçhul cinayetler, zorla kayıplar değil aynı zamanda geride kalanların yas tutmasının ve hak ve hakikat arayışının engellenmesi, faillerin kahramanlaştırılmasıyla şiddetin her an güncel tutulması.Bu tür devlet şiddeti ve siyasi şiddet vakalarında amaç hiçbir zaman tek tek kişileri yok etmek değil o kişilere yapılanlar üzerinden ait oldukları topluluğa bir mesaj vermek. Dolayısıyla hem suçun niteliği hem sonuçları bakımından kolektif suçlardan bahsediyoruz. Siyasi nedenlerle bir kişinin kaçırılmış, işkence görmüş, öldürülmüş ve kaybedilmiş olması tek başına geride kalanların geçmişini, bugününü ve geleceğini kontrol ve baskı altına alan ağır bir ihlaller zinciri yaratır. Suçun failler bulunmuş ve cezalandırılmış olsalar bile, şiddete kurban giden kişilerin yakınlarının ve geride kalan mağdurların hayatları geri dönülemez şekillerde dönüşür. Türkiye’de geçmişte işlenmiş ağır hak ihlallerine hem suçun hem de mağdurun inkârı eşlik ediyor. Bu tür suçların ısrarlı bir şekilde inkârı Türkiye’yi dünyada birçok benzer örnekten ayıran önemli bir etken. Bu nedenle Türkiye’deki durumu anlamak için zamanaşımı kavramını sadece cezasızlık ile değil aynı zamanda inkâr ile beraber düşünmek gerekiyor.
İnsanlığa karşı suçlarda zaman aşımı uygulaması ile ilgili yapılan hukuki argümanlarda zamanla delillerin ve tanıklıkların kaybolması, erişilemez hale gelmesi ve hukuki kesinlik ilkesi gibi argümanlara yer verilir. Jankélévitch Nazi suçlarının zamanaşımına uğrama ihtimali ile ilgili yazdığı yazıda hakimlerin bu yöndeki değerlendirmelerine karşı yeni yeni ortaya çıkan tanıklıklarla suçun nasıl daha da görünür hale geldiğini söyler. Bu insanlığa karşı suç kategorisinde görülen bütün suçlar için böyle. 1990’lardan bu yana akan zaman, ortaya çıkan tanıklıklarla, toplu mezarlarla, faillerin itiraflarıyla ve benzer vakaların bilgisi ile suçun aslında ne kadar ağır ne kadar derin ve ne kadar kurucu olduğunu tekrar tekrar gösterdi. Bu tür hukuki gerekçelerin yanı sıra bir de geçmişe perde çekmenin gelecek nesiller ve toplumsal istikrar için önemli olduğu gibi savlar ileri sürülebiliyor. Türkiye örneğinde ise zaman aşımı uygulaması bu tür hukuki nedenler ya da istikrar için unutma ihtiyacı gibi gerekçelerle değil inkarın bir parçası olarak çıkıyor karşımıza. En son Madımak katliamı, Musa Anter ve Ayten Öztürk[2] davalarında gördüğümüz üzere, zaman aşımı gerekçelerinde ne suçun ne failin ne delillerin ne de mağdurun tartışmasına yer veriliyor. Zamanaşımı konusu biçimsel olarak hukuki bir gerekçe gibi sunulsa da aslında işlenen suçun bir parçası olarak vuku buluyor. Bu anlamda zamanaşımı kararları faili meçhul cinayetler ve zorla kayıplar gibi ağır şiddet vakalarının bir uzantısı haline geliyor.
Türkiye’de bu tür suçların adının bile konmadığı, tanınmadığı, inkâr edildiği, mağdurların ve tanıkların yok sayıldığı ve hatta daha fazla şiddete maruz bırakıldığı ve bu suçların işlenmesini mümkün kılan siyasi düzenin hala egemen olduğu düşünüldüğünde, geçmişte yaşanmış ağır hak ihlallerinde uygulanan cezasızlık sadece hakikat ve adalet taleplerini karşılamamakla kalmıyor aynı zamanda hem kayıp ya da faili meçhul ailelerinin bugünlerini ve geleceklerini onlardan çalıyor. 1990’larda işlenen ağır hak ihlallerinin hayaleti bugünü de geleceği de kuşatmış durumda. Ve haliyle akan zaman bırakın yarayı kapatmayı yaranın aslında ne kadar derin olduğunu gösteriyor.
Fransız Yahudi Düşünür Vladimir Jankélévitch suçun ve yapılan kötülüğün üzerinden belirli bir zaman geçmesinin bu suçu ya da kötülüğü ortadan kaldırmaya yetip yetmediğini sorar: “20 yıl boyunca bağışlanamaz olan bir suç nasıl olur da 20 yılı bir gün geçe bağışlanabilir bir hale gelir? Zaman bütün suçları iyileştirir mi?”
Zaman aşımına bu perspektiften baktığımızda bu uygulamanın sadece geçmişte işlenen bir suçun cezasız bırakılması ya da örtülü affı değil aynı zamanda işlenen yeni bir suç olduğunu söyleyebiliriz. Somut delil yetersizliğine dayanarak verilen beraat kararlarında faili onaylayan, tanığın ifadesini yok sayan bir cezasızlık yaklaşımı varken zaman aşımına dayalı cezasızlık örneklerinde topyekûn bir yok sayma var. Mahkeme, davayı karara bile bağlamayarak sadece o zamana kadar yapılan tanıklıkları değil aynı zamanda suçun kendisini, öldürülen ve kaybedilenleri tamamen yok sayıyor. Suçu soruşturma, kovuşturma, karara bağlama, hakikati açığa çıkarma, adaleti sağlama yükümlülüğünü reddediyor. İşte bu suç, cezasızlık ve inkâr döngüsü içinde zamanaşımı kararları aslında failin zamansallığını onaylıyor.
Peki failin zamansallığından ne kastediyorum? Zaman aşımı kavramının modern devletlerin zaman anlayışı ile ilişkili olduğunu iddia etmek mümkün. Bununla ne demek istediğimi yine Jankélévitch ve kendisi de Nazi zulmünden kaçmış Walter Benjamin’e dayanarak aktarmak isterim. Benjamin ‘Tarih Felsefi Üzerine Tezler’[3] yazısında modern devletlerin ve modern hukukun dayandığı pozitivist ve evrimci tarih anlayışının ve onun dayandığı ilerleme fikrinin radikal bir eleştirisini yapar. Bu anlayışa göre devletin egemenliği ve zaferleri bir süreklilik ve ilerleme üzerinden düşünülürken bu anlatıyı tehdit eden olaylar bir kırılma, kaza ya da olağanüstü hâl olarak kurulur. Ulus devlet tarihi bir kahramanlık anlatısı olarak kurulurken, bu tarihteki baskı ve şiddet olayları, direnişler ve ayaklanmalar bir kırılma olarak düşünülüp ya tarihin dışına itilir ya da bu anlatıyı destekleyecek şekilde yeniden kurulur. Türkiye örneğine baktığımızda, 1990’larda Kürtlere yönelik ağır hak ihlalleri terörle mücadele ve devletin ve milletin bölünmez bütünlüğüne bir saldırıya karşı meşru bir mücadele bağlamında meşrulaştırılırken, Cumhuriyet boyunca Kürtlere yönelik ayrımcılık, şiddet ve savaş boyunca işlenen suçlar sakıncalı anlatılar olarak kurulup yok edilmeye çalışılıyor. Bu, her zaman inkâr yoluyla yapılmıyor tabi. Türkiye’de çok örneği olmamakla birlikte geçmiş suçları katliamları, soykırımları onları radikal öğelerinden arındırarak hatırlama yolu da bu anlayışın bir parçası. Geçmişiyle kısmen yüzleşmiş ülkelerde bu tarih tamamen yok sayılmasa bile arındırılarak ve zararsızlaştırılarak egemen anlatıya eklemleniyor. 2010 Anayasa referandumu, 12 Eylül davası ve Dersim Katliamı özrü tarihin araçsallaştırılması anlamında verebileceğimiz örneklerden.
Dalit Women, Rollie Mukherjee
Egemenin tarih anlayışında geçmiş sadece araçsal bir şekilde karşımıza çıkar. Bu tür ilerlemeci tarih anlayışına göre geçmiş, bugün ve gelecek ardışıktır. Geçmiş yaşanmış bitmiştir, geçmişte yaşanan her şey aslında bugüne ve geleceğe hizmet eden anlardır bir yerde. Benjamin bu tür bir tarih anlayışının kazananların ve egemenin tarihi olduğunu, onların çıkarlarına onların lehine kurulduğunu ifade eder. Zaman aşımı kavramında kendini gösteren bu tarih ve zaman anlayışı faillerin aklanmasıyla ya da eylemlerinin meşrulaştırılmasıyla sonuçlanıyor. Türkiye’de üst düzey sorumlular bu suçlarla ilgili nadiren kamuya yönelik açıklamalarda bulundular ancak az sayıda açıklamada karşımıza çıkan ya yaşananların tamamen reddi ya da güvenlik önlemleri, terörle mücadele ve dönemin gereklilikleri bağlamında meşrulaştırıldı.
Zamanaşımı uygulamasının bu anlamda hem inkârın hem de politik bir unutma talebinin kurumsal olarak onaylanmış hali olduğunu söyleyebiliriz. Bu unutma talebi sadece devlet düzeyinde değil toplum düzeyinde de gerçekleşiyor.
Geçmişi hatırlama konusunda zaten bir çabası olmayan geniş kesimler adına da unutma kararı veriyor zaman aşımı kararını verenler. Bu, aslında suçu işleyenin tek başına tetiği çeken fail olmadığını bu tür suçların ve inkarının ancak geniş bir toplumsal suç ortaklığı ile mümkün olduğunu gösteriyor. Bu anlamda zaman aşımı kararları inkârı seçen toplumu da yavaş yavaş o faillerin de suç ortağı yapıyor. Kısacası egemenin tarihi felaketleri yok sayan, çeşitli şekillerde inkâr eden bir tarihken ve bu perspektife göre geçmiş geçmişte kalmışken, mağdurun tarihi geçmişin geçmediği bugünü ve geleceği belirlemeye devam ettiği bir tarih. Ve bu ikisi uzlaşmaz iki yaklaşımın ürünü.
Peki adalet ve zaman arasındaki ilişkiyi mağdurun zamansallığı üzerinden düşünmek neyi değiştirir? Geleceği kurmak geçmişi kurtarmaktan geçer diyor Benjamin. Geçmişin hafızası olmadan bir gelecek tahayyülü mümkün değildir. Modern devletler ve kurumlarına göre geçmiş orada duran yaşanmış bitmiş bir şeyken ezilenler için geçmiş bugüne uzanır, yaşamaya devam eder. Geçmiş bugün ve gelecek ile sürekli bir ilişki içindedir. Adaleti modern tarih ve hukuk anlatısı üzerinden düşününce karşımıza oldukça sınırlı bir adalet anlayışı çıkıyor. En iyi işleyen hukuk sisteminin bile insanlığa karşı suç olarak tanımlanan bu suçları tazmin etmesi mümkün değil. Tarihsel adalet ise suçu geçmişte işlenen bir fiil olarak görmez ve bugüne uzanan etkilerine de bakar. Geçmiş bu anlamda kurtarıcı devrimci bir rol oynayabilir, Benjamin’in söylediği gibi. Tabi egemen tarih anlayışına karşı çıkmak sadece alternatif bir tarih anlatısı kurmaktan geçmiyor. Geçmişte işlenen suçları bugünkü uzantılarıyla birlikte düşünmek, hak arayışlarının devamını getirebilmek, geçmişle bugünün bağlantısını bugünün mücadeleleri içinde de kurabilmek, bu suçların bir daha yaşanmamasını sağlayacak bir toplum tahayyülü inşa etmek gibi çok daha kapsamlı bir toplumsal mücadeleyi gerektiriyor. Zamanaşımına karşı çıkmak sadece cezasızlığa karşı çıkmak değil, devletin geride bırakmak istediği, düşünmek istemediği o zamanı bütün devrimci potansiyeliyle sürekli yeniden karşısına çıkarmak anlamına da geliyor.
Dipnot ve Kaynakça
[1] Bu mektubun ardından yayınladığı makalenin İngilizcesi için bkz. Vladimir Jankélévitch and Ann Hobart. “Should We Pardon Them?” Critical Inquiry, vol. 22, no. 3, 1996, pp. 552–72.
[2] Bu davaların hukuki süreçleri ve karar duruşmaları için failibelli.com sitesine bakabilirsiniz. https://www.failibelli.org/jitem-musa-anter-ve-ayten-ozturk-davasi-izleme-raporu-21-eylul-2022-karar-durusmasi/
[3] Walter Benjamin (1999), Illuminations, edited and introduced by Hannah Arendt, translated by Harry Zorn, London: Pimlico.
Yayın Tarihi: 09/11/2023