“Bir zamanlar babam derdi ki, vatanından ayrılanın yeryüzünde bir mezarı olmayacaktır. Ve ayrılmamı yasakladı.”
Arap sineması denilince akla ilk Mısır sineması gelse de diğer Arap ülkelerinin de oldukça etkileyici bir sineması var. Hem etkileyici hem çeşitli. Ama ne yazık ki Araplarla ilgili politik ön yargılar sinemasını da görünmez kılıyor. Zengin bir kültürün üzerinde yükselen bu sinemaya Tunus, Filistin ve Suriye yapımı üç film üzerinden bakmaya çalıştım. Tabii ki aklım gönlümün kraliçesi Nadin Labaki’de kaldı ama o da başka bir yazının konusu olur umarım.
Çöl İşaretçileri/ El Haimoune
Tunuslu yönetmen Nacer Khemir’in 1984 yapımlı ilk filmi. Aynı zamanda yönetmenin ‘Çöl Üçlemesi’ adını taşıyan serisinin de ilk filmi. Bu filmi izlerken dünyanın Arap-İslam kültürüne büyük haksızlık yaptığını düşünüp durdum. Dünyanın bu en kadim kültürlerinden birini diktatör yöneticiler, bağnaz din adamları ve hayat düşmanı bazı örgütlere indirgeyerek değerlendirmek, onu yok saymak büyük insafsızlık.
Kristof Kolomb kâşif ama Araplar terörist, Hernan Cortes fatih, Kaptan Cook bilim insanı, Jan Van Riebeeck denizci ama Araplar terörist. Amerika kıtası yerlilerini, Maorileri, Aborjinleri, Ruandalıları, Bosnalıları ve daha pek çok halkı katledenler, Afrikalıları gemilere bindirip köle olarak satanlar, Ortadoğu’yu kan gölüne çevirenler “modern” ama Araplar terörist. Burnumuzun dibinde onlarca yıldır Filistinlilere soykırım uygulayan İsrail Ortadoğu’nun modern devleti ama Araplar terörist. Öyle mi dünya?
Çöl İşaretçileri, Tunuslu yönetmen Nacer Khemir’in 1984 yapımlı ilk filmi. Filmin hemen başında çölde ilerleyen eski püskü bir otobüste buluyoruz kendimizi. Otobüs ilerlerken yol kenarında kuma batmış lüks bir cip görüyoruz. Burada çölün sözü geçer ve modern dünyaya ait ne varsa kumların altında kalır.
Arap toplumu Müslümanlık adına hareket ettiğini iddia eden Batı destekli bir avuç teröristten ibaret değil, eli kanlı diktatörlerden ibaret değil, sadece Müslümanlardan da ibaret değil. Dünyanın en zengin dillerinden birine ve bu dilin hâkim olduğu bir kültür dünyasına sahip. Zengin bir mitolojiye, zengin bir edebi geçmişe, zengin bir müziğe ve sözlü kültüre sahip. Politik olarak yenilmiş, özellikle 1967’deki İsrail Arap savaşından sonra özgüveni yerle bir edilmiş bir toplumu kültürel olarak da yok saymak, dudak bükmek öncelikle dünyaya haksızlık.
Filmin hemen başında çölde ilerleyen eski püskü bir otobüste buluyoruz kendimizi. Otobüs ilerlerken yol kenarında kuma batmış lüks bir cip görüyoruz. Burada çölün sözü geçer ve modern dünyaya ait ne varsa kumların altında kalır. Biz de vakit kaybetmeden yavaşça başımızı Şehrazat’ın dizine koyup olacaklara hazırlıyoruz kendimizi, çünkü otobüs ilerledikçe düşle gerçek iç içe geçmeye başlar ve bundan sonra yaşanacakların gerçekliğine bizi ancak Şehrazat ikna edebilir. Belli ki yönetmen de Bin Bir Gece Masalları’ndan çok etkilenmiş.
Adının Abdulselam olduğunu sonradan öğreneceğimiz genç adam, çöldeki bir köye öğretmen olarak atanır. Şoför ısrarla bu çölde hiç köy olmadığını söyler. Her gün geçtiği bir yerde köy olsa bilirdi elbet. Çok yaşlı bir yolcu öğretmene, “Köy var, ben sana gösteririm” der ve biz o yaşlı adamı sonradan dilenci kılığına girip bir kadının ruhunu almaya gelirken de göreceğiz.
Filmi hakkıyla anlayabilmek için tasavvufu ve İslam imgelerini iyi bilmek gerekir zannımca. Hatta çölün bile bir mekân olarak neden kullanıldığını iyi kavramak lazım. Çöl, İslam coğrafyasında aynı zamanda bir kayboluş, bir yitiriliş, bir mahrumiyet ve modern dünyadan uzak olmayı da ifade eder. Ve terk edilmişliği de elbet. Ve ölümü. Ve yası.
Abdulselam kum fırtınasına denk geldiği bir anda köy aniden önünde beliriverir. Orta çağdan kalmış gibi görünen taş evler, Kuzey Afrika İslam kültürüne ait kapılar, eşikler, duvar süslemeleri. Köylüler öğretmeni sevinçle karşılar, çünkü köy çok eski bir lanete uğramıştır ve kehanete göre bu laneti bertaraf edecek bir yabancı gelecektir. Öğretmen kurtarıcı olabilecek mi? Köyü çevreleyen çölü gösterip buranın eskiden vaha olduğunu, suların bol, incir ve hurma ağaçlarıyla çevrili bir yer olduğunu anlatır köylüler. Bu aslında gittikçe gerileyen, çoraklaşan Arap kültürüne bir göndermedir. Belli ki yönetmen bu mevzuyu kendine fazlasıyla dert etmiş. Arap toplumu modern dünyanın ayakları altında adeta çiğnenmiş ve bu durum yönetmeni fazlasıyla üzmektedir.
Köyün şeyhi öğretmeni evine alır, “uzaklara” giden oğlunun odasına yerleştirir onu. Zamanla köyden birçok gencin “uzaklara” gittiğini ve bir daha dönmediğini öğreniyoruz. Uzaklar dedikleri yer çok da uzak değil aslında. Gidenler kalabalık bir şekilde gece gündüz çölde dolaşıp dururlar. Bir yere varmaya çalışmazlar. Varılacak bir yer de yoktur zaten. Çölde birer hayalet gibi dolaşıp dururken her daim onlara nefis bir Endülüs ezgisi eşlik eder. Ne köylülerle ne de yeryüzünde herhangi bir şeyle bağ kuracak durumda değil hiçbiri. O yönlü bir istekleri de yok.
Abdulselam’ın yerleştiği, sahibi uzaklara giden odada ilk dikkatimizi çeken şey duvardaki Burak resmi ve resim kaldırılınca altında görünen Hallac-ı Mansur şiiri. Hallac-ı Mansur yaşadığı çağda anlaşılamamış ve bundan dolayı katledilmiş bir alimdir. Uzaklara giden bir gencin odasının duvarına bu şiiri kazıması ne demektir? Neden yanlış anlaşılmış bir alimin şiiri tercih edilmiş? Ve neden peygamberin zamanın ve uzamın olmadığı miraca çıkarken bindiği Burak? Sadece Mansur’a değil aynı zamanda İbn-i Arabi’ye de oldukça fazla gönderme vardır. Özellikle de aynalar aracılığıyla. Ben sınırlı tasavvufi bilgimle birçok imgeyi çözemedim ama bu konuda yeterli donanıma sahip olan izleyici kesinlikle daha çok zevk alacaktır filmden.
Çölde sürekli hazine arayan yaşlı bir adam, uzaklara gidenleri geri getirecek tılsımın peşinden koşan bir hacı, elinin ayasıyla bir şeyler anlatıp duran dilsiz genç kız, sürekli ortalıkta koşturan at kuyruklu yarı çıplak erkek çocuklar, kuyuda yaşayan bir cin, çölün ortasında terk edilmiş tekne… Bütün bunlar masalla gerçeğin iç içe geçtiği bir dünyadan sesleniyor. Ve bize evrenin sadece akılla anlaşılmayacağını ima ediyor.
Filmin başında da belirtildiği gibi, “Kader tarafından incitilmiş insan hikayeleri…” anlatılıyor. Bittikten sonra da bazı cümleler zihnimde dolanıp durdu: “Gezginlerin hayatı sonsuz bir dolaşmadır.” “Rüya, rüya olarak kalmalı.” “Geçmişimiz bir gün geri gelecek mi?”
Arap sinemasında gözüm kapalı tavsiye edeceğim filmlerin başında gelir. Maalesef yönetmen maddi imkansızlıklardan dolayı sadece üç film yapabilmiş. Bu maddi imkânsızlık birçok Arap yönetmeni esir alıyor zaten.
***
Wedding in Galilee/ Celile’de Düğün
Yönetmen Michel Khleiff. Film, 1987 yapımı. Filistin’in uzun metrajlı ikinci filmi. Cannes Film Festivali’nde Uluslararası Eleştirmenler Ödülü’ne layık görülmüş. Söz konusu Filistin olunca en fazla işlenen konular da haliyle savaş, direniş, katledilen çocuklar, yıkılan şehirler oluyor. Bu filmin merkezinde de yine İsrail’in insanlık dışı yönetimin kararttığı yaşam; yanı sıra Filistin’in bir köyündeki günlük yaşam, gelenekler, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, erkek egemen toplum, kuşaklar arası çatışma var.
Film devlet dairesindeki bir sahneyle açılıyor. Filistinli yaşlı adam oğlunun düğününü yapabilmek için İsrailli validen izin istiyor, çünkü gün batımından sonra sokağa çıkma yasağı var, herhangi bir kalabalığa izin verilmiyor, askerler halkı canından bezdirmiş ve böyle bir ortamda düğün yapmak çok zor. Vali, “Bu uygulamalar siz akıllanıncaya kadar devam edecek” diyor. Akıllanma dediği şey itaat ama tek bir Filistinli kalsa bile kimsenin itaat etmeyeceğini de biliyor. Yardımcılarıyla yaptığı konuşmalar sonucunda tek bir şartla izin verir düğünün yapılmasına: Vali düğünün onur konuğu olacaktır.
Celile’de Düğün, yönetmen Michel Khleiff. Filistinli yaşlı adam oğlunun düğününü yapabilmek için İsrailli validen izin istiyor, çünkü gün batımından sonra sokağa çıkma yasağı var, herhangi bir kalabalığa izin verilmiyor, askerler halkı canından bezdirmiş ve böyle bir ortamda düğün yapmak çok zor. Vali, “Bu uygulamalar siz akıllanıncaya kadar devam edecek” diyor.
Kabul edilmesi çok zor bir istektir, bu durumun vereceği psikolojik mesajın ağırlığını kaldıracak durumda değil Filistinli köylüler, ama yaşlı adamın da başka çaresi yoktur. Valinin isteğinin kabul edilmesi köyde büyük tartışmalar yaratır. Köylülere göre yapılacak olan şey düğün değil, onursuz bir kutlamadır. “Onursuz kutlama olmaz, onur askerin postalı altında olmaz,” görüşünde herkes. Bir kısmının protesto etmesine rağmen geri kalanlar kabul eder valinin gelişini. Çünkü herkes farklı amaçlarla yaklaşır olaya. Kimi valiyi ve yanındakilerini öldürme planı yapar, kimi valinin gelip köy halkı arasındaki dayanışmayı görmesini ve amaçlarına asla ulaşamayacaklarını anlamalarını ister, damadın babasının da tek derdi, oğluna dillere destan bir düğün yapmaktır.
Film boyunca gerilimin dozu hep çok yüksek tutulur. Valiye bile bir şey olmasını istemeyiz, çünkü tırnağı bile kanasa bunun köy halkının hayatına mal olacağını biliriz. Çünkü gerçek hayattan deneyimliyiz. Yönetmen, İsrail baskısı ve Filistin geleneklerinin yanı sıra ülkenin 1948’den önceki tarihte de damadın aklı sürekli gelip giden dedesi aracılığıyla değinir. Dede film boyunca aynı cümleyi sayıklayıp durur: “Türk subayı çok baskıcıydı ama İngiliz daha beterdi.” Yüzyıllar boyunca bir baskıdan kurtulup diğerine yakalanan bir halk.
Yönetmen filmdeki tüm karakterlere aynı mesafeyle yaklaşmış ama benim dikkatimi çeken dede, baba ve oğul oluyor. Üç ayrı kuşak. Hepsi de hem başka devletlerin zulmü hem de geleneklerin baskısı altında ziyan olmuş bir hayatı sürdürmeye çalışıyor.
Yıllardır İsrail’in korkunç işgali ve soykırımı altında bulunan Filistin halkının sinemasında en önemli tema doğal olarak direniştir. Direniş temasını işleyen filmlerden birkaçını şöyle sıralayabiliriz: Yine yönetmenliğini Michel Khelifi’nin yaptığı Filistin’in ilk uzun metrajlı filmi olan Bereketli Hafıza, Mai Masri’nin 1998 yapımı Şatila’nın Çocukları, Geda Teravi’nin 2001 yapımlı Yaşam Mücadelesi, Elia Süleyman’ın 2002 yapımlı Kutsal Direniş, Filistinli yazar Ghassan Kanafani’nin bir öyküsünden uyarlanan yönetmenliğini Seyfullah Dad’ın yaptığı 1995 yapımlı Filistin’e Veda isimli filmler de izlenebilir.
***
The Dupes /Aldatılmışlar
Suriye yapımı bir film. Yönetmen Tewfik Saleh. 1972 yapımı. Dünyada ses getiren Suriye yapımı ilk film olduğu söylenebilir. Mossad tarafından katledilen Filistinli gazeteci Ghassan Kanafani’nin Güneşteki Adamlar isimli öyküsünden uyarlanmış.
Film Filistinli üç adamın hayatı etrafında dönüyor. Adamlardan biri yaşlı, biri genç, biri de çocuk yaştaki bir ergendir. Filistin’in dünü, bugünü, yarını da olarak okunabilir bu üçlü. Savaştan ve yoksulluktan bunalıp çıkış yolu arayan üç adam, tesadüfen tanıştıkları bir kaçakçı Kuveyt’in zenginliğini, refahını ballandıra ballandıra anlatınca söylediklerine kapılıp yasadışı yollarla gitmeye karar verirler. Ama gitmek de çok kolay değil. Ağustos sıcağında aşmalara gereken koca bir çöl ve polis noktaları vardır. Yolculukları bir su tankerinde başlar. Tankerin üstünde, kontrol noktasına yaklaştıklarında ise tankerin içinde devam eder. Geri dönüşlerle hayatları hakkında da bilgi sahibi oluyoruz. Bu durum hikâyeyi daha karanlık, daha acıklı kılıyor. Çünkü nefes alacak hiçbir alan bırakılmamış. Ne izleyene ne de yaşayana.
Film şu epigrafla başlar: “Bir zamanlar babam derdi ki, vatanından ayrılanın yeryüzünde bir mezarı olmayacaktır. Ve ayrılmamı yasakladı.”
Babanın haklı olduğunu bu epigrafı okurken tahmin ediyoruz ama filmin sonunda kesinleşiyor haklılığı. Varamadan tankerin içinde boğuluyor üçü de. Ve cesetleri çölde yol kenarına bırakılıp devam ediyor tanker. Bir varamayanlar filmi. Tıpkı birçok Arap filmi gibi.
Yüzyılın büyük trajedisi; çölde kalan cesetler, karaya vuranlar, balıkçıların ağına takılanlar ve daha bir sürü. Yaşarken dünyaya sığamayanlar ölürken de sığınacak bir toprak parçası bulamıyor.
Filmin başında, sınıfta geçen bir sahne var. Öğretmen, Fırat ve Dicle nehirlerinin birleştiklerini ve Şattü’l Arap ismini aldıklarını söyler. Bize de ilkokulda çokça anlatılan bir konuydu. Aynı suyun kıyısında büyümüşüz, aynı sudan içmişiz. Biz de topraklarımız da. Aynı acılardan geçmişiz. Aynı zulüm, aynı yoksulluk. Ve halklar arasındaki anlam veremediğim bu uzaklık.
The Dupes, yönetmen Tewfik Saleh. Dünyada ses getiren Suriye yapımı ilk film Filistinli üç adamın hayatı etrafında dönüyor. Filistin’in dünü, bugünü, yarını da olarak okunabilir bu üçlü. Savaştan ve yoksulluktan bunalıp çıkış yolu arayan üç adam, tesadüfen tanıştıkları bir kaçakçı Kuveyt’in söylediklerine kapılıp yasadışı yollarla gitmeye karar verirler. Ama gitmek de çok kolay değil.
Suriye sinemasında incelemek istediğim çok film vardı aslında, çünkü ülkenin politik atmosferine göre sürekli değişiklik göstermiştir sineması. Bir dönem devlet desteğiyle Moskova’da bulunan, dünyanın ilk sinema okulu olan VGİK’e öğrenci gönderilmiş. Bir dönem yurt dışından yönetmen ithal edilmiş. Bunun yanı sıra Fransa’da eğitim gören Ömer Amiralay gibi yönetmenler de mevcut. Yine de Suriye denilince akla gelen ilk yönetmen Mustafa Akkad’dır bana göre. Her ne kadar ABD’de yetişse de Suriyelidir ve kökeninden uzak kalmamıştır. Daha çok İslam’ın doğuşunu anlattığı Çağrı filmiyle tanınıyor ama ne gariptir ki İslam adına hareket ettiğini iddia eden El Kaide tarafından Ürdün’de katledilir. Aynı katliamda kızı da ölür.
Mubi’de bu aralar gösterilen Ürdün yapımı bir kısa film olan The Red Sea Makes Me Wanna Cry’da karakterlerden biri ülkeyi kastederek şöyle diyordu: “Burada sadece ölünür.” Keşke yanlış olsa ama değil.
Sinema Suriye’de gerçekten önem verilen bir sanat. Şam Uluslararası Film Festivali 1979’dan beri her yıl yapılıyor hatta 2010 yılında festivalin odak ülkesi Türkiye’ydi. Herkesin herkesle dostmuş gibi olduğu yıllar. Savaş döneminde bile festival yapılmaya devam edildi. Bu da sinemanın ne kadar önemsendiğini gösteriyor zaten.
Son zamanlarda takip edebildiğim kadarıyla Joud Said ve Basil Al khatib gibi yönetmenler önemli filmler yapıyor. Özellikle Joud Said’in dili bana çok yakın geliyor, yakın bir gelecekte çok önemli işler yapacağından kuşkum yok. Yaşanılanlar geride kaldığında sineması da güçlenerek yoluna devam edecek ve onca acının kaydını tutacak bir hafızaya dönüşecektir.
Yayın Tarihi: 19/05/2024