PolitikART
Edebiyat

Anlat, kimsin?

PolitikART Özel
Roza Alkan
"05.45 İstanbul’un atmosferini yaratırken karanlığa odaklandım. Karanlığa karşı önümde iki seçenek vardı. Bu seçeneklerden biri karanlığı inkâr etmekti, diğeri ona dalmak. İkinci yol bana daha uygun geldi."

Gökçe Bilgin

Korkuyorum, diyor Murat Nevin’e, “Sevince çok seviyorsun.” Murat ve Nevin, Gökçe Bilgin’in İletişim Yayınları'ndan çıkan 05.45 İstanbul isimli son romanının iki karakteri. Bu bir aşk romanı değil ama yaşamda da yazında da tüm yollar illa ki aşktan geçer, ama acılı ama acısız. Murat bir robot; Nevin’in yaptığı, sonra da ona aşık olduğu bir robot. Zihinde yaratılan kişiye aşık olmak çok eski bir hikâye. Nevin ise bizzat elleriyle yaratıyor Murat’ı. Başka insanlardan parçalar kopara kopara var ediyor onu. Oldukça insani bir robot; düşünüyor, üzülüyor, merak ediyor, Nevin’i hapishaneden kurtarmak için uğraşıyor. Nevin’i kurtaracak mı, aşkına karşılık verecek mi, görmemize yetmedi romanın ömrü ama, yazar romanı üçleme olarak tasarladığını söylüyor. Kim bilir, belki her şey mümkün olur bu distopik serinin diğer kitaplarında.

Yazar Gökçe Bilgin yine İletişim Yayınları'ndan çıkmış ve Vedat Türkali ilk roman ödülünü kazanan Porselen Bir Mevzu’da kadını ve görünmezliğini ele almıştı, belli ki bu mevzuyu kendine fazlasıyla dert edinmiş. Ama Nevin minnetsiz. Kadın düşmanı bu düzene eyvallahı yok. Adeta üçüncü bir karakter gibi İstanbul’u yer yer arkasına, yer yer karşısına alarak düzene meydan okuyarak bizi bilimkurgunun sularında yüzdürüyor.

 

Bir seri katilin hikayesini anlatıyorsunuz. Ezber bozan bir seri katil ama. Bir kadın; Ve öldürdüğü kişilerin uzuvlarını birleştirip bir robot yapıyor. Dünyanın düşünen ilk robotu. Dünyaya bir meydan okuma olarak algıladım bu kitabınızı; kadına yaşam hakkı tanımadığı halde sürekli onun duygusallığını, barışçılığını överek onu pasifize eden, bilimkurguyu kendi alanı sayıp kadını bu alanda da dışlayan erkek dünyasına bir meydan okuma. Ne dersiniz?

Griden karaya dönen bulutları çok sevdiğimi bilmiyordum. İnsanın bir şeyleri sevmesi zaman alan bir durum. Hatta ilk başta parlak ışık ve rengarenk manzaralar düşlüyordum. Ta ki o manzaraya uygun olmadığımı kabul edene kadar. Bunu yıllar önce çok daha kolay ifade eden bir tanıdığım vardı. Ona göre karanlığa bakmaktan görüşü kararmış insanların sevdiği şey, karanlık olamazmış. Ona kalsa bu sadece bir mecburiyet, payına düşene razı olmakmış. Ancak kendi kararıyla parlak ışıktan vazgeçip karanlığa bakanlar, işte onlar, karanlığı sevdiklerini söyleyebilirmiş. Şimdi parlak gökyüzüne bakıp kara bulutlar ayıklıyorum. Parlatılmış manzaranın içindeki karanlığı fark etmemek, asıl bu bana tuhaf geliyor. Kimsenin dünyasına meydan okumuyorum. Ama kendi dünyamı da saklama ihtiyacı hissetmediğim ortada.

"Konudan konuya geçmek, hata yapmaktan korkmamak, önerilen, doğru kabul edilen edebi üslupları ve teknikleri bozmaya çalışmak, sanki böyle yapılırsa kadınlar daha iyi yansıtılabilirmiş gibi düşünüyorum. Ne de olsa diğerindeki varlığımız bize bir gölgeymişiz gibi davranan, bizi seven erkeklerin anlatısıydı. Şimdi, kadınlar sevmeye başlıyor. Kadınlar düşünmeye başlıyor. Kadınlar öldürmeye başlıyor."

Karakterin adı Nevin. Kısa bir süre aynı koğuşu paylaştığı kadının hamile olduğunu, kendisine tecavüz eden akrabasını av tüfeğiyle öldürüp baltayla kestiği kafasını da köy meydanına fırlattığını öğreniyoruz. Bu bize Nevin Yıldırım’ı hatırlatıyor. Özellikle öz savunmasıyla aklımızda kalan bir kadın özelinde kadın kıyımını hatırlatmanızın sebebi nedir?

Fotoğrafından çok etkilenmiştim. Bu kitap bir Nevin Yıldırım biyografisi yahut onun mücadelesine sadık bir anlatı değil. Lakin kadınlara uygun görülen şiddetsizlik, her zaman bana ikiyüzlüce gelir. Gözümüzün önündeki güçlü, akıllı, cesur kadınları yokmuş gibi betimlemek… Bu arada şiddeti, yoğun duygular, yoğun yorumlama, müdahil olmak gibi de ele alıyorum. Buradaki “şiddet” kavramı fiziksel bir güçten ziyade bireyin yoğunluğunu ifade ediyor. Yoğun kokular arasındaki tecrübelerinden, yoğun suskunluklardan sonra alanın ortasına doğru yürümeye başlayan kadınlar düşünüyorum ve onları serbest bırakıyorum. İstedikleri her şeyi yapabilirler. Böyle bir hedef belirleyince haliyle yazım şeklin, ifade etme biçimin de bunu yansıtsın istiyorsun. Konudan konuya geçmek, hata yapmaktan korkmamak, önerilen, doğru kabul edilen edebi üslupları ve teknikleri bozmaya çalışmak, sanki böyle yapılırsa kadınlar daha iyi yansıtılabilirmiş gibi düşünüyorum. Ne de olsa diğerindeki varlığımız bize bir gölgeymişiz gibi davranan, bizi seven erkeklerin anlatısıydı. Şimdi, kadınlar sevmeye başlıyor. Kadınlar düşünmeye başlıyor. Kadınlar öldürmeye başlıyor. Elbette bu hiç yoktu demiyorum. Vardı. Olmasa nasıl böyle düşüneceğim. Bu yine de realiteki anlamı da dahil edilecek olursa hatalı, ihmal edilen diğer seçeneğe gönül vermektir. Karışık ifade etmek istemiyorum. Ama olayımız yeterince karışık. Tüm bunları etrafımdaki şeylere, insan ve doğaya ve eşyalara dikkat ederek anlamaya çalışıyorum. Etrafımda erkeklerden daha çok güç kullanan kadınlar var/vardı. Ben bir çiftlikte büyüdüm. Tarlada ve evde çalışan insanların içindeydim ve çalışıyordum. Elime, çok küçükken bıçak almıştım. Sebzeleri doğrayabiliyordum. En hassas şeyleri kolaylıkla halledebiliyordum. Küçük iğne deliğinden ip geçirmek gibi mesela. Tarlada, kırk derece civarı sıcaklarda yabani otlar yoluyor, dikenli dalları eldivensiz ellerimle taşıyordum. Sadece ben mi, oradaki herkes bunu yapıyordu. Sabahın köründen gün batımına kadar hep çalışıyorduk. Eğer okulda değilsem böyle geçirirdim tatilleri. Şimdi de metropoldeki kadınları izliyorum. Çocuklarının ellerinden tutmuş sokaklarda koşuşturanlar, elinde sigara etekleri rüzgarda uçuşanlar, aşık kadınlar, yorgun kadınlar, kahkahaları yankılananlar, okuyanlar, kitapları yutarcasına okuyanlar, bağırıp çağıranlar, pankart taşıyanlar, oturdukları sandalyelerden ayağa kalkanlar, mücadele edenler, kendileri ve herkes için konuşanlar, fikir üretenler, çözüm sunanlar, yürüyenler, hayallerini sunanlar, benim gibiler, senin gibiler, bizim gibiler ve bizim gibi olmayanlar…

Tüm bu yoğunluk içinde nasıl olur da kadınları görmezden gelecektim. Onlara adil, eşit olmayan bir geçmiş ve gelecek yazamam. Ne kendime ne de onlara bu haksızlığı yapamam.

"Belki de dünya için en yapay şey, eşyalar değildir. İster elektronik olsunlar ister basit birer makine olsunlar, onlar sadece onlardan isteneni yapabilir. Yani yapılarına sadıklar. Esasen döngülerinin dışına çıkan, insanlardır. Onlardan beklenen, kutsiyet yüklenen canlılığın hakkını vermezler."

Nevin aracılığıyla cezaevi görevlilerinin, dışardaki insanların insani duygularını yitirip robotlaştığına da tanık oluyoruz. Yaptığı robot onların yanında daha insani kalıyor, çünkü içinde yaşadığımız dünya düzeni dezavantajlıları yaşamın dışına iterken geri kalanları da yaşananlara tepkisiz kalan birer makineye dönüştürüyor. Bir taraftan yapay zekâ, bir taraftan makineleşen insanlık. Geleceğimizi nasıl görüyorsunuz? Ya da edebiyatın buna çözüm üretebilecek bir gücü olduğuna inanıyor musunuz?

05.45 İstanbul’un atmosferini yaratırken karanlığa odaklandım. Karanlığa karşı önümde iki seçenek vardı. Bu seçeneklerden biri karanlığı inkâr etmekti. Sanki yokmuş gibi karakterlerimin hayatını çiğ bir ümide dolayıp bir de acınası bir çaresizlikle onları olduğu yerde bırakabilirdim. Diğer seçenek, karanlığa dalmaktı. Karanlığın bir parçası olduklarını onlara söylettirebilmekti. İkinci yol bana daha uygun geldi. Her iki durumda da yapaylık söz konusuydu. Ben kendimce canlılara özgü tepkilerle çözümler üretiyorum. Kurtulmak istersin. Onlar da kurtulmak için her şeyi yapacaktı. Bu, yapılacaklar arasındaki en kestirme yoldu. Onlardan daha iyi bir robot olmak. Seni döven birinden daha güçlü olmak istersin. Onun gibi bir şeydi. Çocukçaydı. Doğadaki adaptasyon gibiydi. Türler zamanla çevreye uyum sağlamak için değişirler. Ne insanlığını yitirmiş dünyayı kurtarmak gibi bir derdim vardı ne de insanı bir böcekten veya bir buluttan daha değerli gördüğüm söylenebilir. Belki de dünya için en yapay şey, eşyalar değildir. İster elektronik olsunlar ister basit birer makine olsunlar, onlar sadece onlardan isteneni yapabilir. Yani yapılarına sadıklar. Esasen döngülerinin dışına çıkan, insanlardır. Onlardan beklenen, kutsiyet yüklenen canlılığın hakkını vermezler. Gerçekten yapaylaşmaya yön veren şeyleri düşündüm. Mesela para, insanın rüyalarına kadar her şeye müdahale etmiyor mu? Mesela savaş, insanı demirden yürekliliğe ve diğer şeylere sürüklemez mi? Daha uzatabilirim. Ama kısacası eğer bir kötü son varsa, o kötü son için elimizden geleni yapıyoruz.

 

Nevin cinsellik konusunda da cesur bir kadın. Ona bu cesareti vermenizi sevdim, çünkü kadının sevişmesi yaşamda tabu olduğu gibi nedense yazında da tabu olarak görülüyor. Kadın yazarlar bile bu konuda çok utangaç. Ne dersiniz?

Karakterlerimi çok sıradan buluyorum. Her ne kadar onların alışagelmemiş şeyler yaptığı söylense de bana göre onlar, ortalama insan zihnin içinden geçenlerin dışavurumu. Bu zihinsel aktivitenin bir yerinde yemek yemeleri, bir yerinde uyumaları, bir yerinde de sevişmeleri olağan geliyor. Onlar bize benziyorlar. Bizim gibi seviştikleri için buna özel anlamlar yüklemek istemiyorum. Başkalarının karakterleri niçin sevişmiyor ya da onların sevişme biçimini anlayamadığım için kızmayı bırakalı çok oldu. Sadece kendi karakterlerime odaklanıyorum artık. Karakterlerim bu konularda epeyce şey söylese de ben onları yazan kişi olarak bunlarla ilgilenen biri değilim. Romanın dünyasındaki olaylar benim bizzat dahil olduğum şeyler değil. Kendi sevişme şeklini gözler önüne sermek isteyen bir karakteri rahat bırakırım. Mümkün mertebe ona nasıl istiyorsa öyle sevişmesi için özerklik sunarım. Çoğu zaman orada sere serpe vücudunu sergileyen birini tanımadığımı, gerçekten ona hiç dokunmadığımı da düşünürüm. Ama bu yine de onların, orada istediklerini yapmasını engelleyeceğim anlamına gelmez. Hayal etmek insana bu gibi olanaklar tanır. Ben yazarken mümkün mertebe sınırsız düşünmeye çalışırım. Nitekim bu yüzden karakterlerim hem kadınlarla hem de erkeklerle beraber olmaktan çekinmezler. Onlar için mühim olanın “sevişmeyi istemek” olduğunu göstermek isterim. Sevişmeyi, konuşmayı, öfkelenmeyi, sorgulamayı istiyorlarsa, bunu yapabilirler. Ne kadar çok yaptıkları yahut bunu yaşadığımız yerin normlarına göre yapıp yapmadıkları beni ilgilendirmez. Yaşadığımız yer, kapalı bir kutu mu? Ben neredeyse artık dünyanın her yerinden insanın arzuları ve sorunları ile ilgili kitaplar okuyor, filmler izliyorum. Bazılarını da uyduruyorum. Sakladığımız arzular olduğunu gösterip kahramanlarımı serbest bırakıyorum. Her seferinde acaba çok mu seviştiler dediğim gibi, acaba az mı seviştiler de derim. Orhan Pamuk bir söyleşisinde “çok sevişenler kötü yazar” demişti. Bunu okuduğumda aşırı gülmüştüm. Bir Pamuk okuru olarak sonra şu sonuca çıkardım: Karakterler çok sevişsin.

"Yapmaya çalıştığımın distopya yaratmak olduğunu ben de yavaş yavaş fark ediyorum. Distopya metinler aracılığı ile politika, felsefe, inanç gibi konularda konuşan kadın karakterler yaratabilirim. Toplumsal sorunları bir de kadın aklı ve hayalleri ile ele alma arzum hem kişisel bir durum hem de yaşadığım şehir İstanbul’un bana fısıldadığı bir şey."

Kitap aynı zamanda bir İstanbul romanı. Arka fonda şehrin zorluğu, keşmekeşi çok net görünüyor. Buna rağmen yoğun bir İstanbul aşkı da var. Bu sadece Nevin’in aşkı değil aynı zamanda sizin de duyduğunuz bir aşk gibi geliyor. İnsanı bu derece yoran, mutsuz eden çok az şehirden biri bana göre, buna rağmen İstanbul’a duyulan bu aşkın sebebini anlamakta zorlanıyorum.

İstanbul’u seviyorum. Kalabalığa karışıp kaybolma imkânı tanıdığı için. Parçalı atmosferini yapmak istediğim edebiyata yakın gördüğüm için. Karışık ve kaotik durumu tıpkı yazdığım gibi gelir bana. Kendimi de kaotik yazanlar arasında görüyorum. Olanları olduğu gibi ortaya dökenlerden. Eleştirel gerçekçilik, spekülatif kurgu, günümüz meselelerine günün içinden bakmak, kadın gibi davranmak, insan duygusuna iyilik ve doğruluk süzgecinden bakmamak, bir yerin gerçek anılarını bozmak isteyenler gibi, tarihini değiştirmek gibi, yazılı kaynaklardaki kadın imgesini tersten okumak gibi, sözlü geleneğin içindeki kimi şeyleri kadınlar için mücadele pratiği göstermek gibi, göçebe insanların gittikleri yerleri değiştirdiğini vurgulamak gibi, öteki olan şeyleri başrole doğru sürüklemek gibi, kadınları ve sokak hayvanlarını, kadınları ve ağaçları, kadınları ve düşünceyi, kadınları ve öfkeyi bir araya getirmek gibi… Bu yapmaya çalıştığımın distopya yaratmak olduğunu ben de yavaş yavaş fark ediyorum. Distopya metinler aracılığı ile politika, felsefe, inanç gibi konularda konuşan kadın karakterler yaratabilirim. Toplumsal sorunları bir de kadın aklı ve hayalleri ile ele alma arzum hem kişisel bir durum hem de yaşadığım şehir İstanbul’un bana fısıldadığı bir şey. Burası, bana her zaman her şeyi mümkün kılacak bir yer gibi geliyor. Başka şehirler de gördüm. Örneğin Viyana, Paris yahut Türkiye’den Ankara, hep bana tek renk gibi gelir. Ama İstanbul kalabalık ve karışık. Bence her şeyi temsil edebilir. Bu gibi hislerden ve görüşlerden dolayı mekân olarak İstanbul’u seçtim.

"Her şeyden evvel bir kadınım. Ama bir kadın yazar değilim. Bir yazarım. Derin uykudan uyanmış, kalemle çizilmiş kalplerin içinden ismini söküp çıkaracak karakterler yaratmak isteyen biri."

Bu yıl Kürt kadın yazarlar tarafından yazılan çok güzel kitaplar okudum. Çok da gururlandım açıkçası. Hem kadın olmanın hem de Kürt olmanın dezavantajlarını yaşadıkları halde yaşamakta ve üretmekte bu kadar ısrarcı olmaları çok güzel. Ben şahsen çok motive oluyorum. Ne dersiniz?

Ben, “kadın yazarlar” ifadesini kullanmamaya dikkat ediyorum. Kürt olduğum için roman atmosferi oluştururken daha çok seçeneğim olduğunu düşünürüm. Fark edilmeyen kimi atmosferlerin bizzat içindeyim. Diğerini de gözleme şansım olmuş. Yahut işte gelip göçmeni olmuşum. Göçebeliğimi de doğduğum yeri de birbirine dolamayı, en nihayetinde başka bir şey söylemeyi severim. Bu başka şeye göre, her şeyden evvel bir kadınım. Ama bir kadın yazar değilim. Bir yazarım. Derin uykudan uyanmış, kalemle çizilmiş kalplerin içinden ismini söküp çıkaracak karakterler yaratmak isteyen biri.

 

Kitapta birçok kişiye gönderme var: Tayibet Ana, Susan Sontag, Van Gogh, Hz. Yusuf, Şeyh Galib… paylarına düşen acıyla ya da mücadeleyle ayrıldılar bu dünyadan. Bizden önce bu kadar izin olduğu bir dünyada neden yolumuzu bulmakta zorlanıyoruz?

Belirlenmiş net bir yolun olması, benim gibi radikalleri eserlerine yansıtan birine uygun düşmez. O yüzden yolda olmayı önemsiyorum. Mücadeleyi öne çıkarmak, sonuca odaklanmaktan daha yararlı geliyor.

 

05.45 İstanbul ikinci romanınız. Bundan sonra ne yazmayı planlıyorsunuz.

Bu romanın devamı iki roman daha yazacağım. Eğer bir aksilik çıkmazsa. Bir üçleme olarak planladığım bu seriyi tamamlamak isterim. Bazen nedense bunu yapamayacağımı düşünüyorum. Hiç ciddiye alınmayacak küçük yaraları bile kafaya takmaya başladım. Benim gibi tarlada çalışmış bir çocuğun şimdi parmağı incinse neredeyse ağlayacak kıvama gelmesi ilginç. Daha önce görmediğim bir ben, onlardan birini kollarımda ya da karnımda görünce endişelenmeye başlıyorum.

 

Dijital medya hesabınızdan anladığım kadarıyla sinemaya da çok düşkünsünüz. Başucu filmlerinizi ve sebeplerini sorsam…

Türkçeye “Sorun Yaratan Adam” olarak çevrilmiş Norveç yapımı bir film var, çok severim. Bu filmin en önemli özelliği, oldukça sade görünen atmosferinin metaforlarla bambaşka bir hale getirilmesidir. Bildiğimiz dünyanın her şeyine yabancılaşmış, hissiz insanlara dair bir dünyadır o artık.

 

Son olarak ne söylemek istersiniz okurunuza, hemcinsinize…

Kendilerine yaklaşmalarını, duyacak kadar odaklanmalarının kimsenin hayrına olmasa da kendilerinin hayrına olacağını söylemek isterim.

 

Yayın Tarihi: 22/10/2024